Muz ağacı, bir ağaçtan ziyade bir ot, dev bir ottur ve ananastan daha sıra dışıdır. Rizomdan filizlenir ve çok hızlı büyüyerek dokuz metre yüksekliğine ulaşabilir ve bu süreç yalnızca bir sene sürer. Yapraklar birbirinin üstünde büyür. Eski yaprakların şekillerini alarak tüp şeklinde büyürler. Sonuncusu büyüdüğünde, muzun dibinde bir çiçek ve sap oluşur ve sonuç olarak eğimli bir şekilde aşağı sallanarak büyür. Sapın etrafında taç şeklini almış her çiçek grubu bir demet muz haline gelir. Üreme olmaz ve çiçekler kısırdır. Bu yüzden Buda, muz bitkisini dünya malının faydasızlığının sembolü yapmıştır. Klasik Çin ikonografileri, Buda’yı muz ağacının dibinde akıl anahtarına ulaşan meditasyonu yaparken tasvir eder.
Bir muz bitkisi, ömründe yalnızca bir demet muz demeti üretir, ama bu demet 100 adetten 400 adete kadar muz verebilir. Sonra ölür. Yeni bir bitki kendiliğinden ölen kardeşinin arkasında filizlense de, muz tohumlarından yeni bir muz üretemezsiniz. Bu yüzden muzlar tohumu olmadığı için ve çiçeklerinin cinsel organları bulunmadığı için, gerçek bir meyve değildir. Bir sonraki muz ağacı rizomlardan büyür ve bir muz tarlası ekileceği zaman rizom parçaları ya da kendiliğinden gelişmiş muz bitkileri ekilir.
Muz yeryüzüne başka bir dünyadan inmiş gibidir: gerçek bir ot olan bir ağaç, hiçbir standart tanımlamaya uymayan ‘çiçekler’ ve ‘meyveler’… Muzun halihazırdaki sürprizleri bununla kalmıyor: Avrupa’da muzun doğallaştırıldığı sıralardaki gibi ve hala süregeldiği gibi, ilk başta muz bitkileri ne çiçek ne muz verirlerdi. Kimse mucizenin ne zaman, nasıl, neden gerçekleştiğini bilmiyor; ama yer Güneydoğu Asya’ydı. Kutsal Hayalet’i çağırmasalar da, bu bölgelerin eski gelenekleri, muzu bir çeşit yerel meyveleri, ya da her halukarda Tanrıların hediyesi olarak görmüştür. Rönesans’ın ilk botanikçileri Arapların yolunu takip ettiler ve bu bitkiye Musa paradisiaca adını verdiler.
Muz bitkisinin dünyanın diğer bir ucunda, Central America’da ve Karayiplerde, vahşi haliyle de değil, işlenmiş haliyle muz ürettiğini fark ettiğinde, bu meyvenin gizemi daha da ilginç bir hal alıyor. Dahası, muz işi o kadar uzun süreden beri yapılıyor ki, meyvenin bütün yerel dillerde bir ismi var. Hatta Father de Acosta bize muzun bir tanımını sunmadan önce, son İnka’ların torunu Garcilaso, muzun Peru’nun değil, tüm Atlantik sahil şeridinin yerel meyvesi olduğunu söylemiştir. Yine bu durum, muzun kuşlar gibi doğal yollarla yayılıp döllenmesi imkansız olduğu için, antik çağlarda var olan Pasifik ve Cental Amerikan kanalları arasındaki sosyal iletişimin bir kanıtı gibi görünüyor. Bazı insanlar muzların deniz akıntılarıyla ulaştırılıp ulaştırılmadığını merak ediyorlar; ama bu kanalları nasıl geçtikleri sorusunu açıklayamıyor. Diğerleri, imkansızı daha da imkansızlaştırarak, muzu uzaylılara borçlu olduğumuz teorisini ortaya atarak şanslarını deniyorlar.
Musa’nın havarilerinin Hebron’un yakınında bir vadide kopardıkları devasa üzüm salkımı, eshcol, bir demet muz olabilir. ( Dahası, havariler Eshcol deresinden geçerler, bir üzüm salkımıyla beraber bir salkım koparırlar bir şeyin üstünde soyarlar. İsrailoğullarının kopardığı salkımdan dolayı, bu yere Eshcol deresi denir.) Muz, yeterli su olduğu takdirde böyle iklimlerde yetişip meyve verebilir. Muz, Arabistan’ı geçip, İsrailoğullarının tam zıt yönü olan Kızıl Deniz’i aşıp (ama nasıl?) 6. yüzyılda Etiyopya’da yayılmıştır. Daha önceleri, Antik Mısırlılar muzdan bihaberdi. 14. yüzyıla doğru ise bütün Afrika’yı sömürgeleştirdi. Arap bir gezgin, muzun Morokko’nun güneyinde de varolduğundan bahseder. 15. yüzyılda Portekizliler muza Arapça ismi olan “al vaneyra” adını verirler. Sao Tomé adası sakinleri bu meyveye “abana” der. Pigafettra, 16. yüzyılın sonunda muz meyvesini Kongo’da gördüğünden ve burada uzun süredir yetiştiğinden bahseder.
Diğer bir tuhaflık ise İspanyolların Yeni Dünya’ya ulaştıklarında muz bitkisine verdiği addır. Buna Father de Acosta’nın kendisi de şaşırır. Neden çınar ağacı anlamına gelen platano ya da plantano demişler? Fark ettiği üzere, İmparator Caligula’nın on bir konuğuyla altında gösterişli piknikler yaptığı çınar ağacının dallarıyla muz yapraklarının arasında koca bir fark vardı, muzun dalları bile yoktu. Yaprakların boyutları da oldukça farklıydı. Söylediğine göre, yapraklardan biri neredeyse bir adamı kaplayacak büyüklükteydi. Belki de bu isim aslında, muz ağaçlarının Batı Hindistan’da, Castile’deki çınar ağaçları kadar yaygın olduğunu ima eden bir şakaydı.
Ballı muz parçaları Napolyon’un St. Helena’daki son günlerini tatlandırmıştı; ama 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan sürede mutfak yazarları muzu tamamen ihmal etmiştir. Muzdan kısaca söz edenler arasında yalnızca Dumas vardır. Kabul etmek gerekir ki muzu ihraç etmek zordu; çünkü nakliyat çok yavaştı. ( ‘Evet! Hiç muzumuz yok!’ diye gider bir Edwardian müzikhol şarkısı.) Muzlar, 12 oC üstündeki sıcaklıklarda çabucak olgunlaşırlar ve bu sıcaklığın altında donarlar. Bu meyveler, özel tasarlanmış, havalandırmalı ambarı olan muz gemilerinin ortaya çıktığı 1920’ lere kadar Avrupa’ya gelmek için beklemek zorunda kaldılar. Fransa’nın Amerika muzları için limanının adı Le Havre, Afrika muzları için olan limanının adı ise Merseilles’dir. Daha sonra bu meyve çok rağbet gördü. Birkaç yıl sonra, Josephine Baker muzlarla kaplanıp, muzları sevdiğini çünkü hiç kılçıklarının olmadığını anlatan bir şarkı söylemesi gibi çeşitli reklamlar yaptılar.
Muz, tropik ülkelerin temel besin maddesidir. Batı Hindistan’ın Creoles’inin ve Le Réunion’unun “Oh! La la maman!” gibi canlı isimler verdiği ‘plantain’gibi büyük cinsler, soğuk mezeler gibi yemek sonrasında tuzluların yanında yenir. Batı Afrika’da, muzlar foutou ya da foufou denen, baharatlı soslarla, et ya da balıkla servis edilen bir ekmeğin yapımında kullanılır ve böyle yemekler bu soysal isimleri alır. Batı Hint Adaları’nda, Güney Amerika’da, Afrika ve Asya’da, büyük ya da küçük tüm muzlar baharatlanır ve kızartılır. Hindistan’da doldurup pişirilir. Muz ne kadar küçükse o kadar lezzetlidir; Martinik’te ‘incir(figs)’ olarak bilinen küçük kırmızı türleri, lüks gıda dükkanlarının dışında Avrupa’da bulmak zordur. Küçük ince kabuklu Kanarya muzunun özel bir lezzeti olduğu düşünülür.
Muzda, özellikle olgunlaşmamışken çok fazla (%21) nişasta vardır. Bu durumda onu sindirmek zordur. Muz olgunlaştıkça, nişasta glikoza dönüşür. Meyve oldukça fazla enerji sağlar (100 gramda 90 kalori). Meyve aynı zamanda potasyum açısından da zengindir (380 mg). Bu da günde bir adet muzun bir yetişkinin günlük potasyum ihtiyacından daha fazlasını sağladığı anlamına gelir. İnsanların terleyerek çok su kaybettiği sıcak ülkelerde, bu miktar faydalıdır. Eğer muzlar henüz olgunlaşmamışsa, özellikle küçük çocuklar ve yaşlılar için onları kabuklarıyla kaynatmak iyi fikirdir; ama öncelikle çok iyi yıkanmalıdır çünkü dallarında sık sık bir toksik mantar ilacı olan tiyabenzadol görülür. Kenya’da muz kaynatılıp mayalanarak, muz birası yapılır.
Muzun doğal aroması fazlasıyla geçicidir ve pişirilmiş yemeklerde, kremalarda, süt ürünlerinde, dondurma ve likörlerde kaybolur. Bu nedenle, bu amaçla kullanılırken aroma, olgun muza çok benzeyen amil asetatla (muz yağı) sağlanır.