Eski taş devrinin sonlarına doğru insanoğlu hala diğer türlere kıyasla nadir bir türdü. Sayıları, kısmen kaza ve hastalıkla, ama genellikle de yeterli yiyeceği bulmada yaşadığı zorlukla sınırlı kalıyordu. Bazı açılardan insanoğlu, dünyasını ve yaşam tarzını paylaştığı diğer hayvanlardan daha iyi durumdaydı: daha iyi bir beyni vardı ve iki bacağının üzerinde dik olarak yürüdüğü için uyumlu elleri, şekil vermeye ve ilkel aletleri kullanmaya yatkındı. Ama diğer yönlerden insanoğlu daha kötü durumdaydı: pençesi ya da kendisini savunabileceği dişleri, soğuktan korunmak için kaba tüylü bir postu yoktu. Onun için, diğer canlılar için de olduğu gibi, yaşam sadece hayatta kalmak için sürekli bir mücadeleydi.
İnsanlar sadece geçen yaz bolluk zamanı gibi bir şeyle eğlenmişti. Sonra, seyahat eden insan takımları, ren geyiği ve Avrupa’nın yosunlu, çimli ovalarından akın eden mamutları araştırdı. Kadınlar, ağaç köklerini keskin sopalarla ve taş el baltalarıyla kazarak ararken ya da meyve, bitki veya bal için eşelerken, erkekler taş uçlu mızraklarıyla ve ilkel oklarıyla avlandılar – tecrübenin onlara söylediği her şey, yemek için güvenliydi. Besin sağlamaları tükendiği için, bugün bile hala, oldukça buna benzer şekilde yaşayan, yemek ve meyve arayan ve yaşamına bu şekilde devam eden Avusturalyalı yerliler vardır.
İlk insan için kış, bir kıtlık mevsimiydi. Sürüler güneye giderler, meyveler kurur, bitkiler ölürdü. İç kesimlerde kalan insanlar arasında çoğu büsbütün açlıktan yok olmuş olmalılar. Diğerleri deniz kıyılarını dolaştılar. Sadece yüzyıl önce doğacı Charles Darwin, Kızılderililerin Tierra del Fuego adasında yaşadıklarını bulmuşsa da; onlar burada yosunlarla, balıklarla ve gelgitlerin yıkadığı midyelerle beslendiler.
İnsanlar tümüyle yabani bitkilere ve istediği yerde gezinmekte özgür olan hayvanlara bağlı olduğu zamanlarda, avcı ve arayıcı küçük bir aile grubunu bile desteklemek için çok geniş bir alana ihtiyaçları vardı. Böyle bir durumu gözümüzde canlandırmak pek de zor olmasa gerek.
Eski Taş Devri’nde neredeyse her düşünce ve davranış, yiyecek elde etmeyi hedeflemişti. Taş Devri mağara ressamları, resimlerinin iyi avlanmayı kesinleştirdiğine inandıkları için bizonlara mızrak atan adamları bile çizdiler.
Ama zamanlar ve iklimler değişti. Avrupa ısındı, kayın ağaçları ve ananaslar ovalar boyunca yayıldı, büyük sürüler yok oldu. Ressamların büyülü çizimlerine ve avcıların taş uçlu mızraklarına rağmen, insanlar tüm yıl boyunca nadiren yiyecek bulmaya başladı. Bir zamanlar yirmi avcıyı geçindiren bir ülke alanı, şimdi belki sadece on tanesini besleyebilirdi. Ve bu on avcı, yeni ormanlarda yeterli yiyecek elde etmek için daha iyi yöntemler icat etmemişti.
Bazen açlıktan ölmek üzere olan, dolanıp duran aile, deniz kenarında karaya vurmuş bir balina bedeni buldu. Bedeninden kabaca büyük et parçaları kestiler ve iyice beslendiler ta ki bu büyük et dağı bozulana dek. Sonra, kadınlar kabuklu yemiş, yabani meyve ve hatta nilüfer çekirdekleri ararken, erkekler yapabildikleri en iyi şekilde bir kez daha tuzak kurdu, balık tuttu ve avlandı.
Hâlbuki Akdeniz’in doğusunda hayatın motifi yavaşça değişiyordu. Burada bol bitkileri ve av hayvanlarını gizleyecek kesif ormanları (yoğun, balta girmemiş orman) yoktu. Burada insanlar, daha fazla yiyecek elde etmenin daha iyi yollarını günbegün öğrendiler. Aynı zamanda Avrupa’da bu zamanlarda da eğitilmekte olan köpeklerin yardımıyla yabani büyükbaş hayvanlara, koyunlara ve geyiklere doğal hendeklerde ya da insan yapımı çalı çırpı kafeslerde tuzak kurdular. Bu yöntemle “yaşayan ambarlar ve yürüyen dolaplar” olarak birkaç hayvanı canlı tutabilmişlerdir.
Yaklaşık on bin yıl önce beylik çobanları, hayvan sütünün insanlara yararlı olduğuna dair büyük bir keşif yaptılar. İnsanlar büyükbaş hayvan, koyun ve keçileri sadece etleri ve derileri için değil, aynı zamanda sütleri içinde edinmeye başladı.
Bir büyükbaş hayvan sürüsü, sadece bir parça çimenli alanda beslenerek sonsuza dek yaşayamazdı. Bu yüzden ilk çobanlar, evcilleştirilmiş hayvanlarını otların en iyi yetiştiği yerlerde dolaştırarak, bir yerden bir yere götürmeye başladı. Bu yolla kendilerini kabuklu yemişlerden, meyvelerden ve yabani otlardan uzak geniş ovalarda yaşarlarken buldular. Ve zamanla büyükbaş hayvanlarının yediği otların tohumlarını yemeyi öğrendiler.
Bazen bir aile otların bolca yetiştiği bir yer buldu. İyice beslendiler ve öldüklerinde ailenin ebesi, yetişen şeylerin tanrısına teşekkür olarak tohumlarını dağıtacaktı. Gelecek yıl geri döndüler. Otları büyürken –tam da kutsal tohumların atıldığı yerde- hatta daha bolca bir şekilde büyürken görmek onları çok şaşırtmış olmalı.
Bu yüzden insanoğlu, tarımda ilk tesadüfî adımı atmıştır. İnsanoğlu, büyükbaş hayvan elde etmeyle ve istediği yerde yenilebilir bitkiler yetiştirmeyle besin sağlamasını kontrol edebileceğini anlamadan, eski taş devrinin pek çok bin yılı geçmişti.
Yiyecek toplamadan yiyecek üretme üzerine değişimi tamamlamak için, Taş Devri insanı yeni aletler seti düşünmek zorundaydı. Onun zaten sahip oldukları avlanmak, balık tutmak, kapanla kıstırmak ve ağaç köklerini kazmak içindi. Hiçbiri tarla sürmek, çapalamak, ya da yabani buğdayı ve insanoğlunun ilk hasadı olan arpayı toplamak için uygun değildi.
Bir taş bıçak, bir kemik parçasına girdi, odun belki de ilk tarım aletiydi. Çiftçinin çıplak elle koparmasından daha iyi bir şekilde hasadı kesti. Muhtemelen sekiz bin yıl önce ilk insanlar, böyle bir orağı kullanmak için Filistin’deki Carmel Dağı’nda mağaralarda yaşayan insanlardı. Hemen sonrasında diğer icatlar takip etti; ağaç köklerini toplamak için olan kazma-sopalar, tohumu hazırlamak ve onu yabani otlardan korumak için olan aletlerle değiştirildi. Bu aletlerden saban ve çapalara gelindi.
Eski Taş Devri’nin sonlarına doğru Avrupalı avcılar hala basit bir canlıyı doğadan zorla alırlarken, yeni Ortadoğu çiftçileri yiyecek üretmek için doğayla başarılı bir şekilde çalışıyorlardı. Birkaç yiyecek toplayıcısı geçinmek için toprağın geniş ölçüde bölgesine ihtiyaç duydu; avcıların sayısı artmadı. Ama çoğu yiyecek üreticisi oldukça küçük bir alanda yaşayabildi; çiftçiler çoğaldı.
Tarımcılık başlamadan önce, bütün dünya beş milyon civarında insanı geçindirdi- şimdi Londra’da ya da New York’ta yaşayanların yarısı kadar. Bugün neredeyse yedi milyar insanı geçindiriyor.
İlk yerleşmelerle sayılar çoğalmaya başladı. Sürüler yayladan yaylaya hareket etti ama buğday ekildi. Çiftçi, göçebe kalamadı; ürün yetiştirmek için bir yere yerleşmek zorunda kaldı. Genellikle bu, ailenin çamurdan ve samandan bir ev inşa etmesini mecbur kıldı. Çünkü buğday, açıklığı ve rastlanması zor mağara yaşamının olduğu sulak vadileri tercih ediyordu. İlk köyler neredeyse hiç kalıcı değildi. Yıllardır arazinin yerleri ekilip biçildiğinde, artık iyi bir verim vermedi. Bu yüzden ekiciler, el değmemiş yerleri yeni evleri yaparak kolayca yer değiştirdiler.
Ama çoğunlukla yerleşik hayat yaşadılar. İlk zaman insanlarının aksine, sahip olduklarını toplamak için ihtiyaca ve zamana sahiptiler. Onlar aletlere ve silahlara daha çok değer verdiler ve onların yapımına daha çok özen gösterdiler. Çapalar, sabanlar, oraklar, bıçaklar, baltalar ve mızraklar artık kabaca yontulmadı ama güzelce yapıldı ve cilalandı. Onların hoş sonları, Taş Devri’nin son kısmına “Yeni” adını verdi.
Bazı akıllı çiftçiler öküzü ilk saban sürmeye ikna ettiğinde, toprağı sürmek daha kolay olmuştu onlar için. Öküz- saban ve öküz- çapa; tüm ailenin tarlalarda artık çalışmasına gerek olmadığını, çiftçi karısının evde kalmakta ve yemek hazırlamakta hür olduğunu gösteriyordu.
İlk ev hanımları muhtemelen pişirme kapları ve onları yapmak için çömlekçi çarkı icat etmişlerdi. Eski Taş Devrinde insanlar yiyeceklerini çiğ ya da kızarmış olarak yiyorlardı: şimdi eti ve sebzeleri haşlayabilir ve lapa yapabilirler. Erkekler samanla çevrili çukurlarda tahılı bir yıl kadar saklamayı öğrenirken –atalarının sepetleri ve küçük derileri üzerine büyük bir gelişme- kadınlar da belki de, tahılları iri taneli un olarak öğütmek için taş değirmenleri icat etmişlerdir. Kış geldiğindeyse tüm depoları tükenmişti.
İlk tarımcılık köyleri kendi kendilerine yetiyordu: herkes yiyecek üretmek için çalıştı; her köy kendisine yetecek kadarını ve biraz daha fazlasını üretti. Ama Ortadoğu’da bakır izabesinin icadıyla büyük bir değişim yer aldı. En iyi alet yapıcıları, yiyecek üretmeyi durdurdu ve hiçbir şey yapmadı. Ama çiftçiler için daha iyi aletler yaptılar. Daha iyi aletlerle hepsine yiyecek üretmek için birkaç insana daha ihtiyaç duyuldu. Çoğu, diğer aktivitelerde uzmanlaşabildi. Bazıları çömlek yaptı, bazısı sandal şekillendirdi, diğerleri kıyafet dokudu ve inşaat uzmanları oldular.
Aynı zamanda uzman çiftçiler de vardı. Bazıları, İncil’deki Kabil gibi, hasadı ekip biçti; diğerleri de Habil gibi, koyunları, keçileri ve büyükbaş hayvanları tuttu. İncil bize Habil’i – “çoban” –döndüren Kabil’in - “ yeryüzü çiftçisi”- nasıl ilk katil olduğunu anlatır. Ama kuraklıktan dolayı çalışan çoban kabileleri, ekicilerin verimli vadilerine saldırdığı zamanlarda, dünyanın ilk savaşları muhtemelen başka şekillerde ortaya çıkmıştı.
Çoğunun inancına göre Cennet Bahçesi’nin büyüdüğü Mezopotamya’da yiyecek yetiştirmek çok kolaydı. Ama açıklıkta, Dicle ve Fırat nehirlerinin yayvan ovalarında derin ve verimli toprak, birkaç taşı, metali ya da gelişmekte olan ağacı tutuyordu.
Ova- yerleşikleri, uzak kabilelerle ev inşa etme ve alet yapımında kullandıkları taş, bakır ve ahşap ticareti yapmak için ekstra yiyecek üretmek zorundaydılar. Ama tüm bu materyaller, yük hayvanlarının ya da küçük nehir gemilerinin taşıyamayacağı kadar büyüktüler. O zamanlar, yiyecek ihracatçıları, tekerlekli kağnılar ve yelkenli daha büyük gemiler icat ettiler.
Böylelikle ticaret ve nakliye başladı. Ticaret sayesinde iki Nehrin insanlarının gelirleri arttı ve daha büyük köyler, kasabalar ve şehirler inşa ettiler. Şehirlerde daha uzman kişiler ortaya çıktı. En eski yazılı kayıtlardan birinden şunu biliyoruz ki; Bau Tanrıçasının şehir tapınağı fırıncıları, biracıları, dokumacıları, eğiricileri, demircileri, kâtipleri ve papazları barındırıyordu – çoğu Yeni Taş Devri köyündekilerden çok daha uzmandı ama her biri hala besin sağlamada şehir duvarlarının ardındaki çiftçiye bağımlıydı.
Ve çiftçi, Yeni Taş Devri’ndeki atalarına garip gelmiş olan pek çok yiyeceği onlara verdi. Çiftçi meyve ağaçları verdi: kirazlar, kayısılar, şeftaliler, hurmalar. Bitkileri ekip biçti: pırasalar, sarımsak ve hindiba. Hatta et ve süt için ayrı bir büyükbaş sürüsü tuttu ve onları, aynen bugünkü çiftçilerin yaptığı gibi yemle besledi.
Fakat sorunları vardı çiftçilerin. Nehirden kavrulmuş araziye yaşam veren suyu getirmek de başlıca meselesiydi. Kim çok ihtiyaç duyulan kanalları kazacaktı? Ne kadar sürede yapılacak ve ne kadar derinlikte olacaktı her biri?
Papazlar bu sorulara karar verdiler. Yalnızca onlar okuyup yazabiliyorlardı. Yalnızca onlar matematik ve astronomiyi anlıyordu – bilimler ilk olarak daha fazla yiyecek üretimine yardımcı olarak gelişmişti. Papazlar arazileri ölçmek ve çiftçiye pay etmek için geometriyi kullandı; onlar ne zaman ürünü dikeceğini, ne zaman hasadı toplayacağını söyleyen güvenilir bir takvim yaratmak için astronomiyi kullandılar. Mısır’da ve Hint Vadisindeki musonlarda Nil Nehri’nin yıllık taşmasını ilk tahmin edenler de papazlardı – doğru hava tahminlerinin yapıldığı ilk iki medeniyet merkezi, bolluk ve kıtlık arasındaki farkı ifade etmişlerdi.
Bu ilk bilim adamları gibi önemli insanların ilk kuralları koyan kişiler olması doğaldır. Mısır’da yiyecek üreticilerini korkutup boyun eğdirecek ve vergiyi yiyecek olarak talep edecek kadar güçlüydüler. Her çiftçinin hasadının bir kısmı, vergi ödemesi olarak büyük tahıl ambarlarına ve firavunların, papazların depolarına gitmişti. Tahılların çoğu, kıtlık zamanında paylaşılmak üzere burada kalmıştı. Ama bazıları maaş olarak insanlara geri vermenin yolunu buldu. Çünkü papazlar, hizmetçilerine somunlarca ekmek olarak ödeme yapıyorlardı.
Bir süre sonra Büyük Mısır medeniyeti gerilemeye başladı. Ticareti gittikçe azaldı ve şehirleri, kendi kendini geçindiren köylere doğru çekildi. Aynı zamanda eski Mezopotamya’nın büyük şehirleri ve Hindistan da aynı kaderden acı çektiler. Ama daha büyük eyaletler oluşmak üzereydi: ilk önce Yunan, sonra da Roma. İnsanları yediklerinden daha fazla yiyecek üretebildiği için onlar, ilk medeniyetler gibi, geniş bir şekilde meydana çıktılar. Onların aksine, daha ucuz ve alet yapımında bakır ve tunçtan daha iyi olan demiri keşfettiler.
Yunanistan’ın yükselmesiyle, ticareti daha kolay hale getiren iyi düzenlenmiş mali sistem geldi. İlk tüccarlar arpayla ticaret yaptı ama taşıması zordu ve kısa sürede küfleniyordu. Mezopotamya’da insanlar, değer göstergesi olarak özel şekillendirilmiş ve mühürlenmiş metal ağırlıkları zaten kullanmışlardı. Yeni Yunan akçeleri, bugün kullandıklarımız kadar hafif, değerli metal daireleriydi. Bunların bazıları, dünyanın ilk parasının yiyecek olduğunu hatırlatmak için buğday başağıyla mühürlenirdi.
Mezopotamya şehrinin etrafındaki tarlalar, insanlarını beslemeye yeterliydi. Ama Roma, modern dünyanın büyük şehirleriyle boyut olarak karşılaştırılacak ilk şehir, besin sağlaması için daha fazla arama yapmak zorundaydı. Buğday diyarı olan Mısır’a bel bağladı. Uzun yıllar İskenderiye’den gelen tüccar gemilerinin mazbut bir akını, Roma İmparatorluğu’nun tam da kalbine yaşam kanı olan tahılı taşırken hain Akdeniz’le mücadele etmişti.
M.S. 300 civarlarında iç karışıklıklardan zaten zayıflamış olan Roma, barbar istilacıların altında harap oldu, Asya’dan gelen toprak için açgözlü, arsız göçebeler tarafından evsiz bırakıldılar. Roma İmparatorluğu’nda ticaret neredeyse tamamen durdu. Fransa ve Britanya’daki uzak şehirleri, ticaret olmadan kasabalara ve köylere doğru küçüldü. Ordu tarafından korunmayan imparatorluk, çiftçileri talan eden ve yaşam tarzlarını hor gören denizci- göçebe olan merhametsiz Norveçliler tarafından saldırıya uğradı. Böylece Karanlık Çağlar başladı.
Antik Mezopotamya’da kılavuzluk için çiftçiler, papazlara güvenirlerdi. Karanlık Çağ Avrupa’sındaki çiftçiler, koruma için köşk beylerine güvendiler. Papazlar, daha fazla yiyecek üretmeye yardım ettiler. Beyler, çiftçilere sadece sahip olduklarını tutmalarına yardımcı oldu. Bu karışıklık zamanlarında çiftçiler, büyükbaş hayvanları güttüler ve tahıllarını beylerin sığınaklarına taşıdılar. Barış zamanında, her yıl sabit sayıda günlerde, topraklarında çalışılan hizmete ödeme talep etti.
Eğer bir köylüyseniz, beyiniz zengin olurken siz çalışarak daha fakir olduğunuzu görürsünüz. Siz azıcık sebze çorbası içip, tuzlu balıkla çavdar ekmeği yerken, o sizin emeğiniz üzerinde rahatça yaşar ve gösterişli ziyafetler verir. Onun bütçesi taze kesilmiş ete yeter. Sizinkiyse kışın yiyecek yokluğundan birkaç hayvanınızın hepsini öldürmek zorunda olduğunuzda, sonbahar hariç tuzlanmış bir bütçedir. Mikail’in sonbahar festivalini neden kutladığımızı ve ilkbahar orucunu neden incelediğimizi anlamak o kadar da zor değil.
Eğer bir öküz, çabucak yenilmezse ya da tuzlanmazsa bozulur. Zenginler bile bunun olmasını durduramadılar. Ama onlar bayat etin tadını değiştirmek için doğudan getirilen ve pahalıya mal olan baharatlar kullanabildiler. İngiltere’nin kralı I. Edward, sadece baharatlar için bir yılda 1.600 £ harcamıştır. Ama sen, yani köylü, güçlü kokusu olan soğanlara, sarımsaklara ve bitkilere başvurmak zorundaydın.
Aslında Yeni Taş Devri çiftçisinden daha kötü durumdaydın. İhtiyaç fazlası yiyeceklerle yeni aletler aldılar. Seninkiler, beylerin ziyafet masaları için beylerin tarlalarında üretildi. Ormanında meşe palamutları için senin yaban domuzlarını beklemene izin verilirdi. Ama eğer kâhyası, senin monoton diyetini çeşitlendirmek için tavşan ya da av kuşu gibi kapana kıstırarak yakalarsa, vay başına gelenler! Şimdi bir bey kölesi olduğun için, beyinin taşınabilir varlığı olan büyükbaş hayvanlar, onlar gibi topraklara bağlıydı. Yeni Taş Devri ekicilerinin aksine; yeryüzünün senin kısmı, iyi hasat vermeyi reddettiğinde sen yaşamına devam edemezdin. Bir yıllığına nadasa bırakmayı ya da değişik bir ürün ekmeyi öğrendin.
Üç yüz yıl önce daha kolay yiyecek üretmek için yaptığın aletler, sadece hamut ve nallardı. En azından saban – atı artık öküz çiftleri tarafından boğazlanmıyordu.
1348-1349’da veba, İngiltere nüfusunun yarısını öldürerek tüm Avrupa’yı kırıp geçirdi. Bey- köleleri daha seyrektiler ve bu yüzden başka nedenlerden dolayı beyler, onları daha cömertçe tedavi etmeye başladılar.
Azat edilmiş kölelerin hepsi, beylerinin arazilerinde kalmayı seçmedi. Çoğu, tüccarlar ve esnaflar için çalışamaya kasabalara gitti. İyi mallar satmak için yeterli para kazanan daha çok azat edilmiş köleyle, tüccarlar refah şehir şirketleri oluşturdular. 1560’da Londra’nın toptancılarının saygıdeğer şirketi olmuş olan Pepperer Esnaf Locası’nın, şehrin fakirleri için tahıl üzerine toplamda 400 £ gibi büyük miktarda para harcamaya bütçesi yetiyordu. İtalya’da baharat tüccarları, Venedik’i tüm Avrupa şehirlerinin en zengini yaptı. Bu Venedik tacirleri baharatlarını, Akdeniz’in doğu kıyılarındaki Arap tacirlerden satın aldılar. Araplar hariç hiç kimse, baharatların asıl diyarının Hindistan, Seylan ve Doğu Hint Adaları olduğunu bilmiyordu. Ve bu sırrı kıskançlıkla sakladılar. Bazıları tacirlerin gerçeği öğrenmemesi ve doğuya kendi karavanlarını göndermemesi umuduyla, tarçının korkutucu kayalıklarda sadece kuş yuvalarında yetiştiğini bile söylediler. Dünyanın çok azı keşfedildiğinden, hiç kimse Afrika’nın geniş kütlesi civarında Baharat Adaları’na başka bir yolun olduğunu bilmiyordu.
Bu yüzden, 15. Yüzyılın ortasında Müslüman Türkler, onlardan önce bütün Hıristiyanları püskürterek Doğu Akdeniz’in kontrolünü ele geçirdiğinde, Venedik büyük bir darbe aldı. Önce baharat ticaretinin devam etmesine izin verdiler. Topraklarından geçen tüccarlar, onlara daha çok para getirdi. Ama Türkler, Venedik tüccarları tarafından satın alınan mallara ağır vergiler koydular. Gemileri, Venedik tüccarlarına saldırdı ve onları batırdı. Böylece Venedik, refahının ve Avrupa’nın ana limanı olma gücünün sona erdiğini gördü.
Fakat her işte bir hayır vardır ki Portekiz’le İspanya’nın selameti oldu bu. Venedik’in gücünü kıskanan bu milletler hararetle deniz yoluyla baharat diyarlarına gitmenin yöntemlerini aramaya koydular.
Söylenene göre; o günlerde çok uzaklarda güneye gitmek isterlerse, beyaz adamlar siyaha dönüşüyorlardı. Ama baharatların cazibesi ve getireceği zenginlikler, denizleri Güney Atlantik’in bilinmeyen sularına doğru sürükledi.
1488’de Bartholomew Diaz, Ümit Burnu’nu dolandı. 1492’de Colombus, dünyanın diğer tarafına geçmeye ve ötesindeki Baharat Adaları’yla karşılaşmaya çalıştı. Bu şekilde Amerika’yı buldu. Beş yıl sonrasında Vasco da Gama Hindistan’a vardı ve tarçın, karanfil, karabiber, Hindistan cevizi, zencefil ve değerli taşlar getirerek Portekiz’e zaferle geri döndü. Magellan dünyayı çevreleyecek olan ilk yolculuğa yol aldığında, bu Keşif Çağı’nda 1519’da maceraların en büyüğü başladı. Beş gemisinden yalnızca Sebastian del Cano tarafından komut edilen Vittoria adlı gemi bu seyahati tamamladı ve üç yıl sonrasında Seville’de güvenlice limana yanaştı. Ama bir geminin geri getirdiği baharatlar, tüm yapılan masraflardan daha fazlasına bedel oldu.
Bu türde seyahatlerin iyi inşa edilmiş gemiler, gelişmiş haritalar, usturlap ve pusula gibi deniz seferleriyle ilgili yeni aygıtlar olmadan yapılamadığı da bir gerçekti. Ama baharatların cazibesi olmadan kimse de bunlara teşebbüs etmezdi.
Yeni Dünya keşfedilir edilmez, oranın yeni baharatları ve yiyecekleri Avrupa pazarlarına doğru hızlıca yollarını buldu. Columbus’un kendisi ilk seyahatinden acı ve tatlı biberler getirdi. Daha sonra yenibahar otu, kakao, patates, çalı fasulyesi, kabaklar, domatesler, mısırlar, hindiler ve Afrika tavuğu geldi. Bilinen bir Avrupa yiyeceği olması iki yüz yıl almasına rağmen, patates 1570 yılı civarında İspanya’ya geldi. Önce süslü bahçelerde sadece domatesler yetiştirildi. 1875’te bile İngiltere sofralarında hala enderdi.
Karşılık olarak Avrupa, Yeni Dünya’ya pek çok yiyecek ve hayvan sundu: buğday, ceviz, turp, elma, armut, şeftali ve kavun; keçi, tavuk, koyun, domuz ve büyükbaş hayvanlar gibi. İlginçtir ki bugün Amerika’da yenilen hindi ve patatesler, dört yüz yıl önce Avrupa’ya gönderilen ve ilk yerleşenler tarafından geri getirilenlerden kalmadır.
Yeni yiyecekler ve Amerika’dan Batı Avrupa’ya ulaşan yeni zenginliklerle, Avrupa deniz ticaretinin ağırlık merkezi değişti. Venedik’in namı unutulup giderken, önemli yeni limanlar oluştu: önce Lizbon, sonra Anvers, sonra da Amsterdam ve Londra gibi. Şimdiye kadar bizim yiyecek hikâyemiz bir adım gelişti. İlk çiftçilerden dünyanın ilk medeniyetlerine kadar insanlar, günlük ekmeklerini elde etmenin daha iyi yollarını buldular. Karanlık Çağlar’da bile toprağa bağlı oldukları için köylüler, hareketli ekici atalarının zamanlarındakinden bile daha fazla üretmeyi öğrendiler. Keşif Çağı’ndan sonra gelişim devam etti. Avrupa’nın nüfusu arttı. Yeni ucuz yiyecekler patatesin bir dönümü, daha pahalıya mal olan buğdayın bir dönümünün üç katı kadar kişi besledi.
18. yüzyılın sonlarında doğru Avrupa’nın çiftçiliğinde ıslahatlar dönemi başladı. İngiltere’ye Viscount “Turnip” (turp) Townshend, kış besini olarak Hollanda’dan turpları sundu; büyükbaş hayvanlar tüm yıl boyunca korunabildi ve taze et her mevsimde satın alınabildi. Aynı zamanda İngiltere’deki büyük toprak sahipleri büyük, açık tarla ekim şeritlerini çevrelemeye ve umumi arazilerle odunları işlemeye başladı.
Ama bu çevreleme, toprak sahipleri için daha fazla verim anlamına gelmesine rağmen, ineğini otlatacak bir ortak alan bırakmadıkları tarla işçisi için büyük zorluklara sebep oldu. Arada sebze arsalarını bile kaybetti.
Ama İrlanda’nın köylülerinden daha iyi durumdaydı. Ucuz, yetişmesi kolay olan patates, İrlanda’nın nüfusunun büyük ölçüde yükselmesine yardımcı oldu. Çoğu fakir köylü yetiştirdi ve böyle az yedi. Fakat bu tek türlü tarım – sadece bir ürünün ekilmesi- çok tehlikeliydi. Çiftçiler zararlı böcekler ve bitkilerde hastalık kontrolü hakkında çok az şey biliyordu. Bu zamanda da patates afeti (patates bitki hastalığı) 1845- 1847 yılları arasında İrlanda’nın patates hasadını vurmuştu ve onlar bu fena ilerlemeyi durduramayacak kadar çaresizdiler. Bir gecede dolgun tarlalar, çürümüş bitkilerin siyah bataklığına dönüştü. Bir milyon insan açlıktan öldü ve binlercesi de Amerika’ya kaçtı.
Böylece ilerlemelere rağmen çiftçiler, eğer hasatları ürün vermezse açlıktan ölebilirlerdi. Çoğu Avrupalı çiftçi için onların küçücük kıtası, gittikçe büyüyen sayılarını destekleyemeyecek kadar ufaktı. Milyonlar, vaatlerin yeni ülkelerine göç ettiler: Amerika, Afrika ve Avustralya gibi. Kalanların çoğuysa hızla çoğalarak büyüyen şehirliler için daha fazla yiyecek yetiştirecek birkaç kişiyi de geri de bırakarak yeni, dumanlı, endüstri şehirlerinde çalışmak için toprakları terk ettiler.
Yeni yaşam tarzıyla endüstri şehirleri, uzmanlık geliştikçe zengin ve fakir arasındaki uçurumu genişleten problemi tekrar keskinleştirdi. Eski Mısır’da gökbilimci- papazlar, köylüyü köleleştirdi. Karanlık Çağ Avrupa’sında asker- işadamları, köylüyü köleye dönüştürdü. Yüz yıl önce Avrupa’da denizler üzeri pazar kuran meşgul fabrika sahipleri, sadece onları ayakta tutmaya ve çalışmaya yetecek kadar işçiliklerini ödediler. Charles Dickens’ın Oliver Twist’ inden de; bazen çalışamayacak kadar küçük çocukların yediği yemeğin bile çok görüldüğünü öğreniyoruz. Ama 19. Yüzyılın ortalarından itibaren bir şeyler değişmeye başladı: tamamen insanlıktan ötürü bazı zenginler, kendilerinden daha kadersiz olanlara yardım etmeye başladı. Diğerleri de, eğer işçileri fabrikalarında üretilen malları satın alamayacak kadar fakirse, iç pazarın bozulacağını fark etti.
Bunlar ve diğer sebeplerden ötürü insan yapımı problemler, çözülmeye başladı. Ama bir tanesi kaldı: bu da savaştı. İlk göçebeler, ilk çiftçilerle yiyecek için savaştığından beri dünyada savaşlar vardı. Kabileler, millet oldukça savaşlar büyüdü. Yiyecek için olan savaşlar para, güç ve zafer için oldu. Ama sebebi her neyse savaşlar, içinde bulunan insanları açlığa ve fakirliğe itti.
19. yüzyıl pek çok savaşa şahit oldu. En yıkıcılarından biri de Paris Kuşatması’nda oldu. Şehir aylarca direndi ama beslendiği topraklarından koparıldı, vatandaşları felaket bir açlık çekti. Koyun ve sığır eti yerine Parisli kasaplar kedileri, köpekleri ve hatta fareleri sattılar.
Yüzyıl sona erdiğinde, çiftçiler hasadın ürün vermemesinin nasıl durdurulacağını öğreniyorlardı. Daha az fakir, daha çok iyi beslenen insan vardı. Ama yine de savaşlar devam etti.