Günümüzün bolluğunu çiftçilere, balıkçılara ve kimyagerlere borçluyuz. Ancak dünyanın tarlalarından ve okyanuslardan evlerimize ürün taşıdıkları için emeklerinin meyvelerinin tadını çıkartabiliriz.
İlk Neolitik çiftçilerin ürettiği çoğu besin belki de yetiştiği birkaç yüz yardalık alan içinde yenildi. Erken Mezopotamya şehir devletlerinin vatandaşları temel olarak şehir duvarlarının çok uzağında olmayan ürünlerin yetiştiği alanda yaşadılar. Fakat şehirler boyut olarak büyüdükçe çoğu kısmen daha uzaklarda yetişen besinlere güvenmeye başladılar. Zaten gördüğümüz üzere Roma Kuzey Afrika’dan tahıl ithal etmek zorundaydı.
Chist zamanında Roma gemileri sürpriz bir şekilde en azından Columbus zamanında dünyayı keşfeden gemiler kadar büyüktü. Fakat hem Roma hem Rönesans ticaret gemileri yavaş ve küçüktü ve sadece uzun bir yolculukta bozulmayacak birkaç ton tutarında biraz besin taşıyabiliyorlardı.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca Batı Avrupa’nın pek çok yeni sanayi kasabası hızla eski medeniyetlerin bildiğinden çok daha büyük şehirlere dönüştü. Bir okyanus uzaklıkta yeni gelişmemiş alanlardan gelen yiyeceklere kendi halkını beslemeye yardımcı olmak için tahmin edilemeyecek miktarlarda ihtiyaç duyuluyordu.
Yeni makinelerin ve yiyecek için artan ihtiyacın nasıl yeni alanları tarlalara açtığını zaten gördük. Fakat yiyeceği, ihtiyacı olan insanlara taşımak için araçlar olmadan yiyecek ve onları üretmek için makineye olan talep faydasız olurdu. Eğer karadan ve denizden taşımacılık büyük ölçüde hızlanmamış olsaydı, eğer uzun dönemler boyunca büyük miktarlarda pek çok farklı besin stokunu korumak için araçlar bulunmamış olsaydı şehirlerden uzaktaki yeni tarlalarda üretilen besin boşa giderdi.
Yiyeceğin hikâyesinde önemli bir bölüm, Kanada buğdayının İngiliz sofralarında ekmek haline gelmesini ve Teksas sığırlarının Amerika’daki doğu sahillerinin restoranlarında hamburger sağlamasını önleyen uzun mesafenin büyük boşluğunda insanların nasıl köprü kurduğudur.
1800’de trenler, buharlı gemiler, uçaklar, motorlu taşıtlar yoktu; demiryolları, okyanusu okyanusa bağlayan büyük gemi kanalları ve iyi yollar yoktu. Malların yüklenmesine ve indirilmesine yardımcı olacak mekanik vinçler ya da istif makineleri yoktu. Her ne kadar Makine Çağı Avrupa’nın fabrikalarına ulaşmış olsa da makineler sadece malları yapıyordu- henüz fabrikalardan ve tarlalardan yiyecek ve malları alıp ihtiyacı olan insanlara götürecek makineler yapmamışlardı.
Amerikalı çiftçiler ve Hintli çay üreticileri ekin çuvallarını kaldırıp sadece en yakın limana kadar atların ve öküzlerin kas gücüyle çektikleri at arabalarına yüklemek için sadece işçilerinin kas gücüne sahiplerdi. At veya öküz takımları yavaş gidiyordu, dönemin kötü yapılmış yollarında günde en çok yirmi beş kilometre gidebiliyorlardı. Buğday gibi çok yer tutan ürünleri taşımak öyle uzun ve pahalı bir işlemdi ki yeni topraklardaki pek az insan nehir ve deniz limanlarından uzakta çiftçilik yapmaya cesaret edebiliyordu. Böylelikle Kuzey Amerika’nın büyük iç kesimleri ve hedeflenen diğer yerler doğanın korumasında kalabildi.
Yiyecek taşımacılığını geliştiren ilk icat demiryoluydu. 1825’te Stephenson’un Rocket’ı ilk yolcu trenini taşıdı. 1850lerde demiryolları Orta Batı’nın büyük buğday tarlalarını Doğu Kıyıları ve Avrupa’ya bağlamak için Amerika’nın göbeğine doğru ilerliyordu.
Amerika’nın ilk büyük demiryollarının yapımı için binlerce işçi çağrıldı. Çoğunun İrlandalı olması uygun görünüyor. Anavatanlarındaki patates kıtlığından getirilenler açlıktan kırılan İrlanda dahil Yeni Dünya’nın bolluğunu Eski’ye taşımaya yardımcı olan demiryollarını yaptılar.
Demiryolları yapıldıktan sonra, Amerika’nın sığır yolu sadece bir efsane haline geldi. Kuzey ve Doğu Sahilleri’nin pazarına ulaşmadan önce mal kaybına yol açarak karada yüzlerce kilometre yol yürüyen Teksas öküzlerine artık ihtiyaç kalmadı.
Deniz taşımacılığının gelişmesi kara taşımacılığından daha yavaştı. 1800’e çoğu kargo gemisi beş yüz tondan yüz tona kadar ulaşan küçük teknelerdi. En büyük ticaret tekneleri 500 tonlukların üç katı büyüklüğüne kadar çıkan Doğu Hindistan ticaret gemileriydi; fakat onlar da yavaştı. 1840’larda daha hızlı, ince yelkenliler görüldü. Fakat onların da Çin’den Avrupa’ya seyahat etmesi üç aylarını alıyordu ve temel olarak çay gibi lüks malları taşıyordu. Sadece yaşlandıklarında ve yavaşladıklarında bu iyi gemiler buğday gibi daha az değerli ve sadece küçük miktarlarda kargoları taşıyorlardı.
Geçen yüzyılın sonlarına kadar, çelik kaplı buharla çalıştırılan gemiler yelkenli ve Doğu Hindistan ticaret gemisiyle yer değiştirdiği zamanlar, gemiler doğru veya ters rüzgârlardan bağımsız, hızlı hale gelmeye başlamıştı ve binlerce tonluk miktarlarda yiyecek taşıyabiliyorlardı. Şöyle denir ki buharlı gemiler bir zamanlar eskiyi yeni kıtadan ayıran okyanus boşlukları arasında köprü kurarken demiryolları büyük yeni arazilerin içlerine ulaşıyordu. 7000 ton yiyecek taşıma kapasitesine sahip trenler zaten vardı; ihtiyaç duyulursa 100.000 ton kapasiteli gemiler yapılabilirdi. Fakat bu, yiyecek taşımacılığı hikâyesini tamamlamıyor. 1900’lerde otomobilin gelişi daha iyi yolların olması anlamına gelmekteydi. Günümüzde sert yüzeyli yollarda gezen kamyon ve kamyonetler demiryolları arasındaki boşluğu dolduruyor, böylece neredeyse her çiftçinin ürününü pazara veya onun için pazara ulaştıracak olan demiryollarına taşımasına yardımcı oluyordu. Uçakların gelişi pahalı, çabuk bozulabilen yiyeceklerin ve acil besin desteklerinin birkaç saat içinde yüzlerce kilometre veya ihtiyaç olursa birkaç gün içinde dünyanın öbür ucuna ulaştırılması anlamına gelmekteydi.
Son olarak taşımacılığa yardımcı bütün önemli araçları hatırlamalıyız: rayların kendisi, gelişmiş yollar, Süveyş ve Panama gibi büyük kanallar, yükleme ve indirme için mekanik vinçler. Tren ve otomobil gibi yardımlar olmadan gemiler dünya çapında yolculuklarda fazladan binlerce kilometre yol gitmek zorunda kalırdı, yiyecekleri yükleme ve indirme sadece birkaç gün yerine haftalarca sürerdi.
Yaşamımızda her gün tükettiğimiz besinlerin çoğunu göremiyoruz; çünkü süt ve taze sebze gibi pek çok değerli besin hala yaygın olarak şehir sınırlarımıza kısa bir mesafe uzaklıkta yetiştirilebiliyor ve genellikle bir bölgeden diğerine taşınmasına gerek kalmıyor. Aslında dünya besininin sadece onda biri ithalat için üretiliyor. Fakat besinde dünya ticareti diğer herhangi bir eşyanın dünya ticaretinden çok daha büyüktür.
İlk bakışta haritada mısır şaşırtıcı görülebilir. Fakat Arjantin buğday kadar çoğu Avrupa’ya giden bu ekinden de ithal eder. Her ne kadar İtalya dışında genel olarak Avrupalılar tarafından yenmese de sığır yemi olarak oldukça değerlidir ve insanlar sığır yediklerine göre mısır ünlü bir Avrupa besini olarak düşünülebilir. Elbette Amerika’da koçan mısırı kendi çapında ünlü bir yemektir.
Batı Hint Adaları’ndan dünyanın geri kalanına ithal edilen önemli bir tropik ekin de şeker kamışından elde edilen şekerdir. Beş yüz yıl önce şeker kamışı Asya’dan Yeni Dünya’ya tanıtılmadan önce tüccarların baharat olarak sattıkları Avrupa’da pahalı bir lüks olarak düşünülürdü. O zamanlar bal yiyecekler için iyi bilinen tek tatlandırıcıydı. Günümüzde bazı Avrupa ülkeleri kendi yetiştirdikleri şeker pancarından şekerlerini üretseler de, ucuza üretilen Batı Hint Adaları’ndaki şeker kamışına olan dünya çapında talep hala oldukça fazladır.
Modern ve hızlı taşımacılık gelene kadar Kaliforniya’nın, Kuzey Afrika’nın ve Avustralya’nın muhteşem meyve yetişen Akdeniz arazileri işlenmemiş kalmıştı. Avrupa bütün değerli portakallarını, limonlarını ve diğer turunçgillerini Akdeniz çevresindeki topraklardan elde etmiştir.
Benzer şekilde zamanımızın büyük et üreten arazileri, artık ölülerin birkaç gün içinde çürümeyip dünyanın bir ucundan diğer ucuna güvenle taşınabileceği anlamına gelen soğutucuların icadına kadar doğal ılıman çayırlar gibi verimsiz kaldı.
Dolaylı olarak soğutma sayesinde çiftçiler bazı alanlarda hayvan nüfusunu insan nüfusunu aşana kadar arttırmayı kârlı buldular. Örneğin Yeni Zelanda’da oturan her bir insan için yirmi koyun vardı.
Taşımacılıkta ilerleme özel araçların, gemilerin, uçakların ve özel türde besinlerin taşınması için işletme malzemelerinin gelişimini içerir. Gezici yiyecek konteynırları yükünü mümkün olduğunca ucuz taşıyacak, temiz ve iyi durumda kalmasını sağlayacak şekilde tasarlanmalıdır. Açıkça görülüyor ki uzun mesafe, demiryolu taşımacılığı için kendisi oldukça büyük yer kaplayan süt şişelerini taşımak saçma bir şekilde oldukça pahalıya mal olmaktadır. Dolayısıyla süt, pekmez ve diğer sıvılar devasa tanklarda taşınır. Fakat hiçbir tankın yapmayacağı şey şudur: süt daha önce içinde tanka zarar verebilecek bir madde taşımış olan bir tankta taşınmamalıdır. Yiyecek konteynırlarının dikkatle temiz olduğunu garantilemek için önlemler alınmalıdır; böyle önlemlerden biri sütün her daim süt tankında taşınan tek sıvı olması anlamına gelir.
Bir besin şehre ulaştığında dükkânlara dağıtım için yeterince küçük miktarlara ayrılmalıdır. Böylelikle New York’un günlük tükettiği beş milyon litrelik sütün büyük bölümü demiryoluyla kayar tanklarda şehre gelir. Sonra tanklar kara yoluyla sütlerin dükkânlara ve evlere teslim için hazır şişelenip hale geldiği depolara taşınır. Birçok fabrika işlemli yiyecekler daha az sorun çıkartırlar ve kolayca temizlenir, içi metal kaplamalı araçlarda fabrikalardan dükkânlara getirilirler.
Çoğumuza havayoluyla yiyecek taşıma fikri kara yoluyla veya demiryoluyla yiyecek taşıma fikrinden daha az tanıdık gelir. Ara sıra uçakların ve helikopterlerin yolda kalmış deniz feneri bekçilerine ve araştırmacılara erzak bıraktıklarını duyarız; 1948’de Berlin havadan ikmalini, uçakların normal beslenme desteğinden kesilmiş büyük modern bir şehri beslediğini bir örnek olarak hatırlarız. Fakat Avustralya’nın neredeyse kilometreler boyunca ulaşılamaz Kimberley dağlarından, ıssız büyük çiftliklerden kıyısal bölgelere oradan da soğutmalı vagonlarla ve gemilerle dünyaya aktarılmak üzere sığır etinin alındığı havadan nakil ve ikmalini pek azımız biliriz. İçi boş göbekli et ambarı uçakları öyle hızlı gider ki kargosu, rotası boyunca özel bir soğutucuya ihtiyaç duymaz.
Günümüzde 1522 yılında Vittaro’nun taşıdığı baharat kargosundan da ağır kırk ton kargo taşıyabilen uçaklar vardır. Fakat kırk ton, modern kargo gemilerinin taşıyabileceğinin küçük bir bölümüdür. Pek çok farklı gıda maddesi standart yapılı kargo yolcu gemilerinde gidebilir. Örneğin muz gemileri dıştan görünüşte güvertenin altında ne olduğunu belirten bir işaret vermez. Fakat dikkatli tasarımı gemi ambarının muzları morarmadan istiflediğini ve makinelerin meyveyi sürekli soğuttuğunu ve çok hızlı olgunlaşmasını engellediğini garanti eder.
Kuzey Amerika’nın Büyük Göllerin tankere benzer tahıl gemileri, dış tasarımında kargolarını daha açıkça belli eder. Bir tahıl ambarı kargoların kaymasını ve böylece geminin tehlikeli bir şekilde sallanmasını önlemek için ambarın ortasından aşağı doğru uzanan engelle geminin uzunluğunu genişletir. Bugün gıda taşıması ve gıda muhafazası birbirleriyle çok bağlantılıdır ve pek çok anlamda biri olmadan diğerinin de olması imkânsızdır.
İlk zamanlardan beri insanlar yiyecekleri saklamanın çeşitli yollarını bulmuşlardır. Ama başarıları, yüz yıl ya da biraz daha öncesine dek tadı nahoş bırakan ve sınırlı çeşitlilikte gıda maddesi için başvurdukları birkaç yöntemle kısıtlanmıştı.
Yiyecek niçin bozulur? Yaşayan küçük şeylerin çeşitliliği tarafından çürütüldüğü için yiyecek bozulur. Çoğu mikroorganizmalar, bitkilerin ve hayvanların verimli bir şekilde yaşamasına yardım ederler. Ama bir bitki ya da hayvan öldüğünde, bazıları çürüme sürecini hızlandırır. Yiyeceğin bozulmasını engellemenin yolu, onu çürütücü maddelerin yaşayamadığı ya da aktif kalamadığı koşulda saklamaktır. Eski Mısırlılar bunu bilmemesine rağmen, bugün kullanılan koruma yöntemlerinin bazılarını tesadüfen bulmuşlardır. Kuru ve soğuk ambarlarda tahılın uzun süre dayandığını, balığa ya da ete tuz ekleyerek bozulmasının durdurulduğunu, aynı zamanda güneşle kurutmanın eti ve balığı uzun süre boyunca yenilebilir tuttuğunu biliyorlardı; ama niye olduğunu bilmiyorlardı. Reçele şeker, turşuya sirke eklenmesi gibi tuzlama da çürütücü maddelerin yaşayamayacağı bir atmosfer yaratmaktadır. Güneş kurutmasıyla balıktaki ve etteki suyun çıkarılmasının aynı etkiyi yarattığını bilmiyorlardı.
Eski Mısırlılar bugün yaygın kullanımda olan en önemli koruma yöntemlerinin ikisini akıllarından bile geçirmiyorlardı: konserveleme ve dondurma. Konserveleme, Fransa’nın I. Napolyon’u pastacı François Appert’e yiyecekleri taze tuttuğu için ödül verdiği 1809 yılına dayanıyordu. Appert bunu camdan kavanozdaki, havayı çıkararak ve içindeki yiyeceği ısıtarak yapmıştı. Onun yiyeceklerini gemide tadan Fransız denizciler, oldukça doyurucu buldular. Appert’in buluşu, cam kavanozlar yerine teneke kutular kullanan İngiliz Bryan Donkin tarafından ticarete döküldü. Ne Donkin ne de Appert yüksek ısının çürütücü bakterileri öldürdüğünü, bizim gibi biliyordu.
1877’de S.S. Paraguay, Arjantin’den gemide 5.500 koyun etinin karkasıyla yola çıktığında ve onları sağlam durumda altı ay sonra Le Havre Fransız limanına getirdiğinde, bir sonraki büyük gelişme yaşanmıştı. Bu yüzden üretici olarak Güney Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda arasında, dünyanın en büyük tüketicileri olarak pek çok Avrupa ülkesinde yükselen büyük et ticareti başladı.
Binlerce mil yolculukta pek çok ton etin taze kalmasını sağlayacak dondurma olmadan, Güney Yarım Küre’nin koyunları ve büyükbaş hayvanları Avrupa’nın yemek sofralarına asla ulaşamayacaktı.
Dondurma, çürütücü bakterileri aslında öldürmemesine rağmen, onların gelişimini ve tehlikeli bir şekilde yayılmalarını engeller.
Modern bilim, yiyeceğin bozulmadan saklaması için hala çok yöntem olduğuna dair sözler verir. Balığa ve ete antibiyotik enjekte etmenin bakterileri öldüreceği ve bu yiyecekler için koruyucu olarak dondurma yöntemiyle kullanabileceği kanıtlandı. Dayanıksız meyvelerin, sebzelerin ve diğer yiyeceklerin atomik ışınlanmaları, çürütücü bakterileri öldürmekte ve filizlenmeye yol açan enzim hareketlerini durdurmaktadır. Bu yöntemle bir ay boyunca ekmek ve diğer yiyecekler taze ve yenilebilir tutulur. Radyasyonun yiyeceğin koruduğu besleyici değeri olan küçük kısmına zarar vermemesi ya da tadını bozmamasına dikkat edilmelidir. Radyasyon, antibiyotiklerle korumada olduğu gibi, dondurmaya yardımcı olarak “küçük dozlarda” çok kullanışlı olabilir.
Burada ve bir önceki bölümde büyük ölçekte gıda üretimini, gıda nakliyatını ve gıda muhafazasını değerlendirdik. Ama yemenin, yani ağzınıza küçük miktarda yiyecek koyup onu çiğnemenin ve yutmanın çok basit bir hareket olduğunu ve tadın her zaman aynı olduğunu söyleyebilirsiniz.
Aynı mıdır peki? Günlük diyetinizi Afrika’nın Kalahari Bushman’ınkiyle karşılaştırın. Onun için, Eski Taş Devri’ndeki insan için olduğu gibi, her bir gün yiyecek için sonsuz aramanın yenilenmesidir. Onda avladığı vahşi hayvanları ya da topladığı kökleri muhafaza etmenin hiçbiri aracı yoktur. Ama değerli suyu depolamak için devekuşu yumurtalarının kabuklarını ve derin su kabakları vardır. Yiyeceklerini sırtında taşımaktan daha iyi bir yöntemi yoktur. Bushman için hayat ziyafetler ve kıtlıklar serisidir. Onun için “Kıtlık” tüm insanlık için ifade ettiği anlamı taşır; “ziyafet” ise şimdiye dek hiç karşılaşmadığı birkaç yiyeceğin sıradan bir şekilde ve büyük miktarda yoluna çıkmasıdır.
Bizler için kesinlikle yemek oldukça farklı anlam taşır. Bizler için modern gıda üretimi, nakliyatı ve muhafazası sadece soyut fikirler değildir: onlar bizim kahvaltıda, yemekte ve çay saatlerimizde önümüzde gördüğümüz gerçekliktir. On bin mil ötede bir bahçede olgunlaşıp yediğin elmalar, Arjantin’in atlı çobanlarının geniş sürülerini güderek senin için çalışması, yediğin ekmeğin bir zamanlar Kanada’nın tahıl tarlalarının geniş alanlarında tepesi bükülü altın başakları, İsa’nın zamanından beri biraz değişen geleneklerin yeri olan bazı uzak çöl vahalarından toplanmış hurmaları senin Noel’deki masanı şenlendirecektir.
Teneke kutularda, paketlerde, kutularda ve şişelerde yiyeceklere alışık olduğumuzdan, sütün şişeye girmeden önce inekten geldiğini öğrendiğinde şaşıran şehir çocukları gibi aynı hataya düşmek bizler için de çok kolaydır. Aslında yiyeceklerimiz dünya çapında gıda üretiminde, nakliyatında ve muhafazasındaki uzmanların emeklerinin ve becerilerinin temsilidir. Bu yüzdendir ki; bir yemekte tüm mevsimlerin ve tüm diyarların tadını alabiliriz, bir lokmada dünyanın tadını çıkarabiliriz. Geçmişte ortalığı kasıp kavuran korkunç kıtlığa rağmen, Asya hala dünyanın yarısını besliyor. Fakat bunların çoğu yaşamak için açlık sınırının biraz üzerinde bir beslenme programı ile idare etmek zorundalar. Afrika’nın çoğunda ve Orta Amerika’nın bazı bölümlerinde de her zaman yetersiz beslenme vardır.
Neden bu böyle? Cevabı doğa tarafından ve insanlar tarafından çıkarılan sorunların altında yatıyor.
Örneğin, Çin’de doğa altı yüz milyon insana sınırlı bir miktarda kolayca tarım yapılabilen alanla beslenme sağlıyor. Bu bölgeyi çevreleyen dağlar genel olarak nehir sularının ulaşımının oldukça uzağında yer alıyor ve böylelikle verimsiz ve az nüfuslu hale geliyor. Fakat Hwang Ho ve Yangtse Kiang havzalarında toprak öyle zengin ve besinlerin üretimi öyle kolay ki insanlar nüfuslarını arazinin besleyebileceği kadar ve hatta daha fazla olana kadar arttırmışlar. Böyle bölgelerde her yarım dönüm bir kişiye denk geliyor. Yüzyıllardır böyle yaşayan aşırı kalabalık Çinliler toprağı özenle tımar etmeyi öğrenmişlerdir. Bayırları teraslayarak değerli topraklarının aşınmamasını garanti altına almışlar, dikkatli gübreleme ile dönüm başına dünyada başka yerlerden daha fazla yiyecek üretmeyi başarmışlardır.
Aslında pek çok Çinli çiftçi Yeni Taş Devri’ni yaşıyor. Neredeyse çoğu besin üreticisidir. Her besin üreticisi sadece kendi geçimini sağlıyor, çok azı yokluk zamanlarına karşı veya modern tarım araçlarıyla değişim yapabilmek için ihtiyaç fazlası yiyecek üretimi yapabiliyor.
Yağışların güvenilir ve düzenli olduğu güney Çin’de hasat zamanı çok nadiren aksıyor ve zaten aşırı kalabalık nüfusa çok nadiren ilave zorluk çıkarıyor. Yağışların belirsiz olduğu kuzey Çin’de basit bir kuraklık veya nehir taşkını milyonlarca çiftçinin yaşamının bağlı olduğu hassas dengeyi bozabiliyor. Geçmişte kıtlığı kötü bir hasat izlemiş ve yakın bir zamana kadar oldukça yavaş mevcut ulaşım araçlarıyla hiçbir besin dünyanın zengin ülkelerinden bölgeyi rahatlatmak için aceleyle ulaştırılamamıştır.
Dünyanın başka yerlerinde doğa değil insan temel olarak kendi açlığının suçlusu olmuştur. Kuzey Afrika’da, örneğin, bir zamanlar Romalıların tahıl desteği olan topraklarda keçilerin aşırı otlatma yapmasına izin verilmiştir. Sonuç olarak günümüzde bu alanlar Sahra Çölü’nün bir parçasıdır. Bazı orta Amerika ülkelerinde şeker için ödenen yüksek fiyatlar insanları her yıl üst üste şeker kamışı yetiştirmeye teşvik etmiştir. Zamanla, toprak erozyonu başlamıştır ve şimdilerde çiftçiler ancak kendilerini beslemeye yetecek kadar yiyeceği zor yetiştiriyorlar. Avrupalıların yurtlarını sömürgeleştirip yerli çiftçileri zorlu verimsiz topraklarda tarım yapmaya zorlayarak en iyi toprakları sahiplenene kadar Afrika ve Asya’nın bazı bölgelerinde yerli çiftçiler tarafından kullanılan asırlık yöntemler oldukça iyi çalışmıştı. Bazen insanların dini inançları onları değerli besin kaynaklarından yoksun bırakabiliyor. Eğer Çin’de yeni tarım alanlarının yapılması mümkün olsaydı, atalarına inanan ve onların mezarlarının yanı başında yaşayan çoğu aşırı kalabalık çiftçiler evlerini bırakıp oraya yerleşmeyi reddederlerdi. Dünya dinlerinin diğerleri belli yiyecekleri tabu olarak görüyorlar. İnsanların onları yemesi yasaklanmıştır çünkü onlar ya kutsaldır ya da temiz değildir. Örneğin, bazı Amerika Hintlileri süt içmezler, bazı Hintliler süt içse bile et yemezler.
Bazı hayvan proteinlerinden yoksun büyüyen çocuklarda Batı Hintli bebekler gibi sıklıkla şişkin ve pul pul deriye yol açan tehlikeli bir protein eksikliği hastalığı olan kwashiorkor görülebilir. Kötü beslenen yetişkinler genellikle böyle belli hastalık belirtileri göstermezler; fakat iyi beslenen batılılara göre yetersiz beslenme genellikle donuk ve yaşam tarzlarını geliştiremeyecek kadar tembel görünmelerine neden olur.
Günümüzde geçmişte görülen kıtlıkların tekrar ortaya çıkmasını gerektirecek bir neden yoktur. Dünyanın zengin ülkeleri sadece büyük miktarlarda gerekli besin maddelerini üretip stoklamakla kalmazlar aynı zamanda modern gemiler, trenler ve uçaklarla hızlıca dünyanın başka yerlerine götürebilirler.
Kısa vadeli rahatlamalar kısa vadeli kıtlıkları önleyebilmesine rağmen dünyanın yarısının yaşam boyu süren yarı açlığını gidermeye çok az katkı sağlarlar. Batı dünyasındaki zengin ülkeler gibi doğayla çalışabilecek aynı yeteneğe sahip olmadıkça fakir Hindistan ve Çin çiftçileri açlığı geçmişte bırakamayacaklardır.
Pek çok yarı aç bölgede tarımda gelişme sulama kontrolüyle başlamalıdır. Eğer kurak tepeler ekin sulamaları için sabit su desteğini alırlarsa ve eğer aşırı kalabalık düzlük insanları alçak bölgelerin verimli topraklarını bırakıp eşit oranda verimli fakat az nüfuslu yüksek bölgelere çıkmaya ikna olurlarsa dünyanın en büyük yiyecek sorunu çözülmüş olur. Günümüzde Hindistan’da ve Çin’de bunun çözümü başlamıştır. Kısmen yabancı yardımlarla fakat temel olarak binlerce vatandaşının kas gücüyle bu ülkeler aksi halde denizlerde boşa akacak olan suları muhafaza etmek için büyük baraj ve depo sistemleri inşa ediyorlar. Su baskını kontrolü ve sulama yoluyla Çin on yıl içinde işlenebilir toprak miktarını ikiye katladığını iddia ediyor.
Bu yolla tarıma açılan geniş yeni araziler modern yollarla en iyi tarım yapılabilen arazilerdir. Zamanla herkesi beslemek için daha az besin üreticisine ihtiyaç duyulacaktır. Ne tip tarım işçilerine ihtiyaç duyulacaktır? Onların görevi traktör ve benzerlerini üretmek olacaktır.
Dünyanın kardeş milletleri arasında zenginler elbette fakirlere yardım ederek bazı katkılar yapmışlardır. Büyük ölçüde batının sağlık yardımıyla yetersiz beslenmiş bölgelerde ölüm oranları bu yüzyılda hızlıca düşmüştür. Sonuç olarak bu bölgelerin nüfusu artmıştır. Fakat buna neden olan zengin ülkeler nüfusları hızlıca katlandıkça problemleri artan bu insanların besin desteğini yetiştirmelerine yardımcı olacak çok az katkıda bulunmuşlardır.
Oldukça yakın geçmişte ihtiyaç fazlası buğday ve süt üreten zengin ülkeler daha fakir ülkelere göndermek yerine kasıtlı olarak döküp yakmışlardır. Oliver Twist zamanlarındaki fabrika sahipleri gibi bilinçleri tamamen açık değildir. Bunlar, kendilerinden daha az şanslı olan insanlara yardım etme zorunluluğu hissetmiyorlardı. Bu, kısmen, dünyanın aç toprakları iyi beslenenlerden çok uzak olduğundan ötürü açlıklarının gerçek görünmemesinden kaynaklanıyordu; belki de, kısmen, zayıfların sayısız insanlarıyla çok güçlü hale gelip dünyayı istila ederlerse diye daha güçlü, daha iyi beslenen ülkelerin zayıflara yardım etme korkusundan kaynaklanıyordu.
Yeni Taş Devri’nde aç göçebelerin vadi çiftçilerine saldırdığından beri dünyada var olan savaş korkusu hala geçerliliğini koruyor. Bazı insanlar dünyanın asla bütün insanları beslemeye yetecek kadar yiyecek üretemeyeceğini düşündükleri için savaşların hep var olduğuna ve var olmaya devam edeceğine inanırlar. Hatta bazıları insan fazlalığını öldürmeye ve dünyanın makul rahatını devam ettirebileceği nüfusu belli sınırda tutmaya yardımcı olduğu için savaşın iyi bir şey olduğunu söylerler.
Fakat bu düşünceleri destekleyecek çok az kanıt vardır. İnsanların sayısı yiyecek desteğini geliştirdiğinden beri artıyor. İnsanın avcı olduğu Eski Taş Devri’nde dünya nüfusu belki de beş milyon kadardı. Yeni Taş Devri’nde tarımcılık, nüfusun yirmi milyona çıkmasına izin verdi. İlk medeniyetlerde yiyecek ticareti bu tabloyu ikiye katlamaya yardımcı oldu. Günümüzde büyük ölçüde modern bilimin ve makinelerin katkılarıyla dünya 2.700 milyon insanı taşıyabiliyor ve sayı hızla artıyor. Bütün dünyada uygulanan modern tarım teknikleri sentetik besinlerin yardımı olmadan günümüz nüfusunu günde üç kere yeterince besleyebiliyor. Eğer daha fazla gerekirse kimyagerler beslenmeye yardımcı olabilirler.
İnsanlar anlar doğanın yarattığı problemleri çözmüşlerdir fakat kendilerininkini çözememişlerdir. İnsanlar hala dünyayı isteklerinden kurtarmak için bilim ve makinelerle silahlandırarak hemcinslerine karşı çalışmamayı öğrenmek zorundadırlar.