GIDA TARİHİ
   
  gidatarihi
  Ambarı Büyütmek
 

Bugün bizim dünyamız zamanında ne daha Oliver Twist’ler ne de daha patates kıtlıkları var. Bugün bol çeşitlilikte yiyecekler hepimiz için var. Her saniye binlerce turtalar, tostlar, somunlar, bisküviler ve diğer pek çok yiyecek; dükkânlara, büfelere, otellere ve restoranlara dağıtılmak için fabrikanın taşıyıcı bandına çıkıyor.

Bizim Avrupa medeniyetimizde artık geçmişteki gibi zenginin ve fakirin yaşam standartları arasında geniş bir uçurum yok. Modern bir yiyecek dükkânında bir kişi, yüz yıl önce sadece varlıklı insanların gücünün yetebileceği yiyecekleri şimdi her çeşit insanın aldığını izleyebilir. Bu modern büfede bir sanayi işçisi, muhtemelen Karanlık Çağ soylularının ziyafetlerinden daha az ilginç olan daha besleyici yemeğe oturabilir.

Neredeyse herkes, yüz yıl önceki büyük büyükbabalarından çok daha iyi besleniyordur. Ama bugün büyük büyükbabalarımızın zamanındakinin iki katından fazla sayıda beslenecek ağız var. Britanya gibi 1850’den beri nüfusunu üçe katlayan bir ülkenin, çok daha iyi beslenmiş olması imkânsız gibi duruyor. Ama şüphesiz ki öyle ve aynı durum geçen yüz yılda nüfusunu ikiye katlayan, neredeyse tüm modern Avrupa ülkeleri için geçerli.

Milyonlarca insan yurt dışına gitmek ve şehirlerde çalışmak için ülkelerini terk ettiğinde 1840’larda var olan aç insanlardan, şimdi yiyecek üreten insanların daha fazla olduğunu düşünüyoruz. Aslında bu kadar insan yoktur, örneğin elli milyondan fazla insanıyla Britanya sadece bir milyonun üzerinde tarım işçisine sahiptir. Önceye oranla daha fazla şehir işçisi ve daha az yiyecek üreticisi vardır. Ama bu bir milyon çiftçi, sadece halkının yiyeceğinin yarsını üretiyor.

Modern medeniyetin piramidini geniş tutmak için birkaç tane daha fazla çiftçiyle bu kadar yiyecek bolluğunun nereden geldiğini sorabiliriz. Daha az insan, daha fazla yiyeceği nasıl üretebilir? Niye büyükbabalarımızdan daha iyi durumdayız? İki anahtar, bugünün bolluğuna kapı açtı: bilim ve makine. Onları “teknik bilgi” ve “araçlar” olarak adlandırabiliriz.

İki yüz yıl önce, Avrupa’da sanayi büyümeye başladığında bazı çiftçiler, genişleyen şehirler için daha fazla yiyecek üretmeleri gerektiğini ve bunu daha az tarım işçisiyle yapmaları gerektiğini sezdiler.

Bilimcilerin atomu çalışmaları gibi onlar da dikkatle tarımı çalışmaya başladılar. Ürün yetiştirmenin ve hayvan bakmanın nedenleri ve niçinleri hakkında neler bildiklerini birbirlerine sordular. Ürünlerin ve hayvanların kalitesini ve miktarını, ihtiyaçları olan yiyecekleri daha iyi anlamayla geliştirebilecekler miydi? Fabrikalarda alıştıkları gibi daha kısa sürede daha az kişiyle ve daha verimli şekilde önemli bir işi yapmayı, toprak üzerindeki makineleri kullanabilecekler miydi? 1701 gibi daha eskilerde, İngiliz Jethro Tull tohumu ekmek için bir makine icat etmişti. Dökme demir sabanlar, 1800’den önce kullanımdaydı. 1826 civarında elverişli bir biçerdöver ortaya çıktı.

Ama 850’lere dek böyle icatlar sadece en çağdaş çiftçiler tarafından kullanıldı. Diğerleri babadan oğula el değiştiren eski moda tarım yöntemlerine sımsıkı bağlı kaldılar. Eski Ahit zamanındaki insanların yaptığı gibi, toprağa tohumu elleriyle saçarak ektiler. Buğdayı yavaşça, güç bela tırpan veya orakla biçtiler. Çiftlikte oradan oraya koşuşturarak cılız büyüyen kümes hayvanlarına özel bir ilgi gösteremeyecek kadar meşgulken, her bir gün küçük bir inek sürüsünü elleriyle sağarak saatler harcadılar. Yılın sonunda eğer dört insanı besleyemeye yetecek kadar yiyecek üretmişse, tarım işçisi kendi kendini kutlardı.

Çiftçiler yeni aletleri kullanmaya ikna edilmeden önce, onları anlamalıydılar. 1793’te Britanya’da Tarım Bakanlığı kuruldu ve “tarımın prensiplerini” daha bilinir yapmak için işe koyuldu. Alman Justus von Liebig bitki yiyecekleri inceledi ve bulguları üzerine konuşmalar verdi. İngiltere Rothamsted’de Bennett Lawes ve Henry Gilbert, gübrelerle ve hayvan yemleriyle deney yaptılar. Kısmen bu insanların etkisinden ötürü pek çok hükümet, bugün genç çiftçilerin bitki ve hayvanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek için çalıştıkları ziraat okullarını kurdu. Burada, anlamaları gerekli olan traktörlerin, tohum ekme makinelerinin, biçerdöverlerin ve süt sağma makinelerinin en az karışıklıkta olduğunu öğreniyorlardı. Yeni bilgi ve makinenin sonucu nedir? Yapay gübrelerle ve mekanik biçerdöverlerle buğday verimleri bazı çiftliklerde yirmiden altmışa ve dönüm başı daha fazla kilelere (1 kile = 36. 5 kg) yükseliyordu. Bir zamanlar dört ya da beş ineği sağmak içim saatler harcayan çiftçiler, elli ya da altmış ineği aynı anda sağan donanımı şimdi satın alabilir. Bu çeşitli aletler, çiftçinin diğer şeylerle de, kümeslere tam ilgi gösterilmesi gibi, uğraşmasına zaman kazandırıyor. Ara sıra gruplar halinde barınan tavuklar, dedelerinin yumurtalarının dört katını biriktiriyorlar.

Yüz yıl öncesinin çalışkan İngiliz tarım işçisi, dört kişiyi beslemeye yetecek kadar üretti. Bugün modern yöntemleri kullanarak yirmi kişiyi besleyebilir.

Tarlada bilim büyük küçük bütün tarlalara yardımcı olmuştur fakat makineleşme özellikle büyük tarlalarda çok işe yaramıştır. Onsuz (ve elbette dünyada gittikçe artan endüstriyel toplumu besleme ihtiyacı olmadan)  kıyıları ilk olarak keşif çağında denizciler tarafından keşfedilen büyük yeni arazilerin açılışı yapılamazdı.

Gerçekten de yüzyıllar boyunca verimli silindirlenmiş Kuzey Amerika toprakları, büyük ölçüde sürülmeden kalmıştır; çünkü bu topraklar makine yardımı olmadan insanlar için tarlalara dönüşmede çok geniş kalmıştır.

19. yüzyılda Kuzey Amerika otlaklarının açılmasında John Deere’nin çelik sabanı ve McCormick’in biçerdöveri büyük rol oynamıştır. Ayrıca Barbed’in telleri de kilometrelerce uzunluktaki çitlerin ucuza mal edilebileceği ve büyükbaş hayvancılığın büyük ölçüde kolaylaşabileceği anlamına gelmektedir.

Fakat ilk zamanlarda kuvvet sınırlılığı vardı. Çiftçiler sabanları ve biçerdöverleri çekmek için koşum hayvanlarına güvenmek zorundaydılar. Kimisi, büyük buğday çayırları boyunca ağır biçerdöverleri çekmek için bazen otuz ayı kadar çok olan büyük takımlar halindeki katırlara ve atlara koşum taktılar. Fakat 1900’den bir süre sonra buharlı lokomotif ardından da traktör bugün bizlerin de bildiği tarım hayatı düzenini geliştirdi: binlerce dönüm buğday eken ve yetiştiren veya büyük sığır sürülerinin bakımıyla meşgul olan ve yetiştiren güçlü makinelere sahip birkaç adam.

Yüzyıl önce bir günde on dönüm tarlayı biçmek yüz adamın işiydi. Şimdi aynı iş aynı zamanda iki ya da üç adam ve biçerdöverle yapılıyor. 1851’de yüz dönüm buğday tarlasıyla başa çıkabilmek neredeyse çok büyüktü. 1951’de Kanada Lethbrigde’de 35000 dönümlük bir tarla ekildi.

Şimdi Kuzey Amerika’nın yeni arazilerinin çoğu tarlalara açıldı, fakat dünyanın diğer yerlerinde hala gelişmeyi bekleyen geniş araziler bulunmaktadır. Ve arazi gelişmesi şimdilerde yüzyıl öncesinden çok daha hızlıdır. O zamanlarda öncü çiftçiler sıklıkla tarla yapacağı topraklara gözlerini diken ilk insanlardı. Şimdilerde yol; plancılar, araştırmacılar buldozerler ve yol yapan makineler tarafından asfaltla kaplanır.

Rusya’da Amerikan toprakları kadar zengin çoğu arazi hiç hazırlık yapmadan sürülebilir. Başka yerlerde, ilk olarak özel sorunların üstesinden gelinmelidir. Ağaçlar ve fundalıklar temizlenmeli, taşlar kaldırılmalı, su getirilmelidir. Buldozerler ve dinamit bu ilk iki sorunu çözmeye yardımcı olabilir fakat sulama genellikle daha karmaşık çözümler isteyebilir.

Geçmişte, pompalı sulama Kaliforniya Çölü’nün bazı kısımlarını gelişen meyve bahçelerine dönüştürdü. Grand Coulee ve Boulder barajı gibi büyük barajlar Amerika Birleşik Devletleri’nde başka yerlerde tarlalara su sağlar. Günümüzde mühendisler Avustralya’nın karlı dağlarının millerce altında kavruk arazileri zenginleştirmek için bütün yer altı nehirlerini başka yöne çevirerek tüneller patlatıyorlar. Dünyanın en büyük sulama projesi mühendisleri; Kuzey Buz Denizi, Hazar Denizi ve Baltık Denizi’ne akan nehirlerin yönlerini çevirmeyi ve sularını milyonlarca dönümlük çöl ve bozkırları verimli tarlalara dönüştürmede kullanmayı umdukları Rusya’dadır. Böyle geniş çaplı planların tamamlanması yıllar alır; fakat modern makineler ve modern bilimle kesinlikle tamamlanacaklardır.

1934’te Arkansas’ta, Oklohama’da ve Texsas’ta verimli tarlaların başına bir trajedi geldi. Milyonlarca ve milyonlarca tonluk zengin tarım toprakları arkada dünyanın en iyi buğday tarlalarının yerine millerce uzanan çorak uçuşan kumlar bırakarak uçup gitti. Amerika’nın “Toz Çanağı” dünyada bu kaderi çeken tek bölge değildir, aynı şey Afrika’da, Avustralya’da ve Orta Amerika’da da olmuştur.

Bu toprak erozyonuna ne sebep olur?  Hepsinin cevabı genellikle en basit anlamda kötü tarımdır. Toprak çiftçinin en değerli, varlığıdır. Onsuz bitki yetiştiremez, hayvan yetiştiremez, yiyecek üretemez. Fakat yakın geçmişte bile bazı çiftçiler toprağın nasıl davranılırsa davranılsın kendine baktığını düşündüler.

Günümüzde herkes daha iyi bilmelidir. Toprak bilimciler toprağın kendini yenilemesinin binlerce yıl alacağını söylerler. Rüzgar, yağmur, don ve güneş dağların çıplak kayalarını tepelerden aşağı yuvarlanarak vadilerde toplanan küçük parçalara ayırır. Mikroskobik bitkiler kayalardan çözünen maddelerle suyla ve havayla beleyen parçaların içinde tutunurlar. Öldüklerinde, bakteriler daha uzun köklü, daha büyük bitkiler için onları maddelere ayırır. Zamanla ölü bitkiler humus adı verilen taşlı parçacıklardan oluşan büyük bir madde oluştururlar. Topraklar bir inçten birçok fite kadar derinlikte ve oluştukları kayaya göre ve yetiştikleri iklime göre çeşitlilik gösterir.

Bazı topraklar tarım için daha elverişlidir. Fakat onları birbirine bağlayan bitki kökleri bir kere öldüğünde hepsi erozyona uğrayabilir.

Doğada bu nadiren olur, fakat insanlar buna birkaç yoldan sebep olabilir. Yükseklerde, yağmurlu dağ yamaçlarında insanlar ormanları kesmişlerdir ve tepelerden aşağı hızlıca inen yağmur sıklıkla tarla ürünlerini gömerek arazileri çorak bırakır. Tepe meralarda insanlar çok fazla sığır, koyun ve keçi yetiştirmişlerdir. Düzlüklerde her yıl buğday ekmiş biçmiş ve taşımışlardır.  Böylelikle tepe meralarda ve düzlüklerde az veya hiç bitki ölmesine ve gelecek yılın çimenleri ve buğdayları için toprağa besin olarak dönmesine izin verilmemiştir. Sonuç olarak ekinler yarı aç hale gelmiştir ve zayıf kökleri toprağa yeterince tutunamayabilir. Yağmur yağar, rüzgâr eser, oluşması binlerce yıl alan toprak bir gecede yok olur.

Şans eseri bilim ve devlet sonunda bu sorunu çözer. Amerika’da ünlü Tennsesse Vadi Yönetimi kontrolsüz sudan kaynaklanan sellenme erozyonunu durduran büyük barajların tehlikeli nehirlerinin akışını kontrol etmiştir. Rüzgâr erozyonu sert çimenlerle hareketli kumları bağlayarak durdurulabilir. Fakat en iyi yöntem bitkilerin alacağı besinleri toprağı besleyerek erozyonu önlemektir.  Ünlü toprak kimyageri çiftçiye ekinlerinin topraktan hangi besinleri aldığını söyleyebilir ve gerekirse nitrat, fosfat ve potasyum eklemesini tavsiye edebilir. Günümüzde doğal ve yapay gübrelerle dikkatli çiftçi hem ekinlerini ikiye katlayabilir hem de toprağı hala iyi durumda tutabilir.

Vahşi yaban domuzlarının ilk mısır tarlalarını harap ettiği ve kurtların göçebelerin sürülerini yağmaladığı Yeni Taş Devri’nden beri zararlı böcekler ve yabani otlar Dünyanın besin üreticilerine sorun çıkarmışlardır. Günümüzde en kötü zararlı böcekler çok daha küçük fakat sebep oldukları zarar hala büyük. Şöyle deniyor ki İngiltere’nin çiftçileri onları beslemek için her yıl bir hafta harcıyorlar.

Bir buğday tohumunun ekildiği andan itibaren saldırmak için kaç tane ağız ve bıyığın beklediğini düşünürsek çiftçilerin hiç mahsul almamaları şaşırtıcı görünüyor. Kuşlar yeni ekilen tohumu gagalarlar, arılar yetişen koçana delik açarlar, bağbozan ve kara pus yetişkin bitkilere saldırırlar. Her yıl yüzlerce, binlerce ton buğday tarlalardan yolunu bulup tavşanların, sıçanların ve farelerin midesine iner. Hatta buğday una dönüştükten sonra bile ekin biti ondan beslenmeye devam edebilir.

Fakat Asya ve Afrika boyunca süpürüp gelen, önüne çıkan her yeşil bitkiyi yiyen ve bütün ekinleri birkaç saat içinde mahveden çekirgelerle karşılaştırıldığında bütün bu zararlı böcekler ufak kalır.

Yüzyıllar boyunca insanlar zararlı böcekleri yok etmenin yollarını aradılar. Kılıçlarla kurtları öldürmek oldukça kolaydı fakat binlerce yavrulayan kurtçuklara ve çıplak gözle nadiren görülen küflere ne demeli? Orta Çağlarda kurtçuklardan bezen bir Fransız kasabası davalıların suçlu bulunduğu ve ekinlerin çorak bir araziye götürülmesinin istendiği bir mahkeme gördü.

Bugün bizler sorunu çözmek için daha bilimsel ve daha etkili yollara başvuruyoruz. Helikopterlerden ve traktörlerden zararlı böceklerin ayak basmasını engellemek için tarlaları ve meyve bahçelerini insektisidlerle ilaçlıyoruz. Uçakla, çekirgelerin ısız üreme alanlarının içine işleyebilir ve daha fazla hasara yol açmadan önce saldırabiliriz.Eğer yabani otlar ekinlerimizi boğmaya başlamışsa ekinlere zarar vermeyip yabani otları öldüren kontrollü otkıranları püskürtebiliriz.  Ayrıca kakao ağacının köklerinden emilerek dallara yayılan ağacın yapraklarından beslenen bir çeşit bitki zararlısı olan kakao bitini öldüren sistematik zehirler de vardır. Zehir ağaca zarar vermez ve kakao çekirdeklerini insanlara zararsız hale getirir.

Modern bilim bizlere çalışırken görmediğimiz haşereler hakkında bilgi sağlayabilir, ağaç kabuklarının altında saklı veya yeraltında gözlerden uzak olmalarına rağmen bilim adamları sıkıcı haşereleri radyoaktif parçacıklarla etiketleyebilir ve bir haşerenin hareketlerini Geiger sayacıyla gözlemleyebilir. Yaşam döngüleri hakkında daha fazla bilgi edindiği zaman  -kurtçuk olarak ne kadar yaşadığını, ne zaman pupaya dönüştüğünü ve pupanın ne zaman yetişkin bir böcek haline geldiğini- bilim adamı onu daha kolay öldürebilir.

Günümüz çiftçileri ayrıca daha fazla yiyecek üretmek için yürütülen çalışmalara yardımcı olabilecek pek çok haşerenin çok eski doğal düşmanlarını da öğrenirler. Örneğin Kaliforniya’ya ithal edilen bir Avustralya uğurböceği, portakal bahçelerini pamuksu yastık tortuları tarafından tahrip edilmesinden kurtardı. Fakat çiftçiler tarlalarına haşere düşmanlarını getirirken dikkatli olmalıdırlar çünkü kendileri tarlada haşerelere dönüşebilirler.

Veteriner hekimlerin hayvanların sağlığını denetlemesiyle ve bitki bilimcilerin ekinleri korumasıyla çiftçiler son yıllarda ekinlerin verimini bir çeyrek arttırdılar ve şüphesiz ki böyle giderse küçük bitki ve hayvan düşmanlarının asalaklarından ve çenelerinden daha fazla besini korumuş olacaklar.  

Yeni tarlalarının açılmasının, özenli toprak işletiminin, tarla haşerelerinin yok edilmesinin günümüzdeki bolluğa nasıl yardımcı olduğunu gördük. Fakat besinlerin kendisi modern çiftçinin bizler için yetiştirdiği iyi sığırlar, koyunlar, domuzlar ve kümes hayvanları, tahıllar, meyveler ve sebzelerden gelmektedir.  

Hayvancılık çiftçilik kadar eskidir. Karanlık Çağların kuvvetli saban öküzü Taş Devri Avrupa’sının vahşi öküzlerinin evcilleştirilmiş soyuydu.

Antik bitki ve hayvan yetiştiriciliği bundan iki yüzyıl öncesine kadar oldukça az gelişme gösterdi. O zamanlarda yeni tanınan turpla kış boyunca beslenen bazı İngiliz sığırları yarı aç atalarından çok daha fazla büyüyorlardu. 1750’den sonra yeni endüstri şehirleri daha fazla yiyecek talep etmeye başladı. Daha fazla et talebi ve bol yemle birlikte İngiliz çiftçileri şehirlilere istedikleri her şeyi vermeye başladılar. Robert Bakewell sürülerinden en iyi koyunları seçti ve yakın akrabalarından iyi kuzuları besledi. Colling kardeşler sığırlarda uzmanlaştı ve ünlü bir buçuk tonluk Durham öküzünü yetiştirdi. İlk zamanlarda baharda çayırlara yürüyemeyecek kadar cılız olan küçük boy sığırlara alışık çoğu insan böylesi canavarları yemeyi reddetti. Fakat çoğu yeni nesillerin değerinin farkına vardı, günümüzde besiciler, ataları Durham öküzü gibi ünlü hayvanlara dayanan safkan sığırlara oldukça yüksek fiyat ödüyorlar.

Fakat Collinglerin ve Bakewell’in yöntemi tam anlamıyla bilimsel değildi. 1860’larda Mendel’in titiz kalıtım çalışmalarını takip eden on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar besicilik bilimsel temellere dayandırılmadı.

Bahçesinde çiçeklerle deney yapan Çek rahip Mendel oğul bitkinin her iki ebeveyninin de özelliklerini taşımasına rağmen genellikle birinin diğerine daha çok benzediğini gösterdi. Erkek polen ve dişi tohumun ikisi de yeni bitkinin özelliklerini belirlemeye yardımcı olacak yaşam çekirdeğini yani genleri içerir; fakat bazı genler özelliklerini geçirmede diğerlerinden daha yeteneklidirler. Böylelikle kırmızı ve beyaz çiçekli bezelyeler neredeyse tamamen kırmızı çiçek verir, çünkü kırmızı gen çekinik gen olan beyazdan daha baskındır. Fakat beyaz bezelyeler bazen kırmızı ebeveynlerde görülür. Tıpkı Bakewell’in de düşük kalitedeki kuzuların bazen iyi kalite koç ve koyunlardan doğduğunu fark etmiş olması gibi.

Genlerde baskınlık ve çekinikliği öğrenerek hayvan ve bitki yetiştiricileri hoş olmayan sürprizlerden kaynaklanmayan nesilleri daha hızlı üretebiliyorlar.

Ayrıca atomik radyasyon yoluyla ebeveynlerinden şaşırtıcı bir şekilde farklılık gösteren ve kendi özelliklerini aktarabilen bitkiler yani yapay mutantlar üretebiliyorlar. Daha iyi yetiştirme elbette daha iyi ve daha fazla besin demektir. Son elli yılda melez mısır Amerika’nın mısır verimini bir çeyrek arttırdı, yeni buğday nesilleri bir zamanlar herhangi bir buğdayın var olabilmesi için çok kurak olan Kanada’da milyonlarca dönüm araziyi açtı, günümüzde ise neredeyse kuzey kutup dairesi içinde bile yetişen buğday mutantları yetiştiriliyor. Modern inekler on kat daha fazla süt veriyor, tavuklar üç kat daha fazla yumurtluyor ve marketler için sığır eti yüzyıl öncesine göre üç yıl daha erken hazır hale geliyor.

Elli yıl öncesine kadar, on sekizinci yüzyılın çiftlik hayvancılığı gibi balıkçılık büyük oranda şans meselesiydi. Balıkçılar mezgitlerin Newfoundland’in büyük sahillerinde, ringaların Kuzey Denizi’nde yumurtladıklarını bilirlerdi. Fakat balıklar kuşlar gibi göç eder ve balıkçılar göç olduğunu ancak boş ağ çekmeye başladıklarında anlarlardı. Çoğunlukla neden böyle küçük ağların aniden gerçekleştiğini anlamazlardı. Bazen kayıp sürüleri yakalamak için sabırlı bir arayış birkaç haftalarını alırdı. Günümüzde balıkların alışkanlılarını ve yaşamını araştıran deniz biyologlarıyla toplanan büyük balık sürülerini belirlemeye yarayan yankı iskandilleriyle tablo değişti.

Plankton ağları ve diğer aletlerle donatılan devlet gemileri sık sık belirli avlanma alanlarının millerce dışına okyanuslara keşfe çıkarlar. Balıkların beslendikleri küçük bitki ve hayvanlar olan planktonlar okyanusun yüzey akıntılarıyla yer değiştirirler. Planktonların bol olduğu yerde balıkların toplanması olasıdır. Böylece planktonları ve onları taşıyan akıntıları inceleyerek deniz biyologları bütün bir yıl boyunca denizden balık toplamaya bir adım daha yaklaşır. Kuşbilimcilerinin kuşları izledikleri gibi balıklara radyoaktif etiketler de yerleştirirler. Böyle işaretlenmiş bir balık belki de yüzlerce mil uzaklıkta tekrar yakalandığında bu işaret balık göçünün gizemini çözmeye yönelik önemli bir ipucu olabilir.

Günümüzde pek çok balık teknesi denizaltındaki balıkların yerlerini tespit etmelerine ve çabalarının boşa gitmeyeceği bilinciyle ağlarını güvenle atabilmelerine yardımcı olacak yankı iskandilleriyle donatılmıştır. Ayrıca uçaklar ve helikopterler radyoyla balina avlama teknelerini ve gemilerin görüş mesafelerinin millerce uzağındaki balık sürülerini yüzeye yakın yüzerken avlarına doğru yönlendirmeye yardımcı olurlar. Bunların hepsi okyanusun aynı yerinde veya aynı derinlikte yaşamayan farklı balık türlerinin yakalanmasında iyi yapılandırılmış yöntemlerdir. Örneğin Avrupa sularının ringa balığı ve Batı Atlantik’in ringa balığı genel olarak yüzeye yakın dururlar. Böyle balıklar pelajik olarak adlandırılır ve genellikle trol balık tekneleriyle avlanırlar. Bu tekneler denize duvara benzer ağ atarlar ve onun geniş ağına doğru yüzen pelajik balık solungaçlarından yakalanır. Demersal veya ortalarda yaşayan morina balığı gibi balıklar deniz yatağı boyunca geniz ağızlı ağları sürükleyen trollerle avlanırlar.

Diğer türleri yakalamak için özellikle tasarlanmış daha birçok gemi ve yöntem vardır, kendi canlı yem tankını taşıyan hızlı orkinos yelkenlileri Amerika’nın Pasifik kıyısı açıklarında büyük ılık su palamutları için avlanırlar, somon balığı trolü, avını oltayla yakalar ve Amerika ile Kanada’nın Pasifik kıyılarıyla sınırlandırılmıştır.  

Günümüzün balıklar için ağır talepleri ve onları yakalamak için tasarlanmış modern yöntemleri ciddi bir soruna yol açmıştır. Son model ekipmanlarla donatılmış gemiler bile limana bazen kuru ağlarıyla dönerler, avlanmaya değer yeterince büyük balık sürüleri bulamazlar. Sebebi basittir. Bozkırlarda aşırı ekim bazen toprak erozyonuna neden olabilir, okyanuslarda ise aşırı avlanma tabiatın kaynaklarında yarı tükenmeye yol açabilir. Tehlike sinyalleri sezen denize kıyısı olan ülkeler avlanma yasaları çıkarmışlardır. Örneğin ağların gözü, genç balıkların arasından geçmesini sağlayacak ve tam boyutuna ulaşmasına şans tanıyacak kadar yeterli genişlikte olmalıdır. Ve tekneler sadece belli sezonlarda ve belli alanlarda avlanabilir.

Son birkaç yıldaki gelişmelere rağmen hala Eski Taş Devri’ndeki insanların yaptığı gibi avlanıyor olmamız garip bir olgudur. Bir İskoç koyunda yapılan deneyler kanıtlamıştır ki suyu süperfosfatla ve diğer plankton besinleriyle gübrelemek işlenmiş suda balığın boyunu arttırıyor ve balığın büyümesini hızlandırıyor. Fakat bu bilgiyi Kuzey Denizi açıklarında kullanabilmemizden ve dolayısıyla tarla çiftçileri yerine deniz çiftçileri haline gelmemizden önce daha önümüzde uzun yıllar var.

Şimdiye kadar sadece asırlık besinleri üretmenin daha iyi yollarını düşündük. Fakat bugünün bolluğunun büyük bir bölümünü ve hatta yarının daha fazlasını yeni besinler üreten kimyagerlere borçluyuz.  

Margarin belki de böylesi bir besinin en iyi bilinen örneğidir. Tarihi Fransa kralı III. Napoleon’un Mége Mouries isimli bir kimyagere eğer ordu, donanma ve nüfusun muhtaç sınıflarına ucuz yağ üretmeyi başarabilirse ödül vaat ettiği 1867 yılına kadar uzanır. Mége Moures’in yapay yağı temel olarak, Yunanca’da inci gibi anlamına gelen margarites kelimesinden sonra margarin diye isimlendirilen parlak beyaz bir ürünle sonuçlanan sığır etinden elde edilen don yağından yapılırdı. Moures’in icadını geliştirmek için parası yoktu; fakat iki Alman yağ şirketi Van den Bergh ve Jurgens’in birlikteliğiyle satın alınıp ticari bir başarı sağlandı.

Modern margarin artık sığır etinden elde edilen don yağıyla değil sebze ve balina yağından elde ediliyor. Margarin A ve D vitaminlerinin katkısıyla değerli bir besin haline gelmiştir.

Deniz yosunu yiyecek olarak daha az değerlidir fakat sürpriz bir şekilde dondurma, jöle, krema, tatlı ve pastalarda oldukça önemli bir yer tutar. İzlanda ve Japonya’da deniz yosunu aslında yiyecek olarak pişirilip yenilir ve ayrıca insanlar İrlanda patatesi kıtlığı zamanında bu deniz mahsulünden ‘St Patrick Çorbası’ yapmışlardır. Kimyagerler henüz çoğumuz için deniz yosununu lezzetli hale getirecek bir yol bulamamışlardır; fakat bazı çeşitlerinden yukarıda saydığımız yiyeceklerin katı kalmasını sağlayacak jelatini elde etmişlerdir.  

Yeni yiyecekler sadece yenilik olsun diye üretilmemişlerdir; çünkü gerçek ihtiyacı karşılamaktadırlar.

Bütün ülkelerin normal beslenme düzeninden yoksun kaldıkları savaş zamanında yeni yiyecekler için duyulan ihtiyaçları birden belirgin hale gelir. 1939-45 savaşı zamanında özellikle birkaç Avrupa ülkesi şeker yönünden oldukça fakirlerdi. Fakat savaş başlamadan önce kimyagerler zaten odundan şeker elde etme süreci üzerinde çalışmaktaydılar ve icatlarını gerçekleştirdiler. Ağaçları da içine alan bütün yeşil bitkiler belli formlarda şeker ve nişasta içerir. Kimyagerler nişastayı veya odun şekerini insan vücudunun sindirebileceği şekere dönüştürmeyi başardılar. İsveçliler talaşı insan ve hayvan beslenmesi için temel olarak kullandılar. Hatta Almanlar petrolden margarin bile yaptılar.

Tipik tarımla her zaman kendimizi besleyecek kadar yeterli üretim yapamayacağımızı düşünen diğer bilim adamları, geleceğin besinini sağlamak için çimenden daha basit bitkilere bakıyorlar. Chorella’nın özel türlerini (yazın havuz suyunu yeşile döndüren küçük alg),çoğu kez sığırların otlatıldığı bir dönüm otlaktan aldığımız besin miktarına denk gelen, bir yılda dönüm başına iki ton yağ ve yirmi ton protein üretilen türleri besliyorlar.

          Bildiğimiz besin türlerini tercih etmemizden dolayı kimyagerler henüz büyük ölçüde yiyecek üreticileri değillerdir; fakat Dünya nüfusu çiftçilerin ve balıkçıların yalnız başına besleyebileceğinden büyük olursa kolayca onlardan biri haline gelebilirler.



 
 
  Bugün 19 ziyaretçi (21 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol